Arif Çavuşların bulunduğu 2. Tabur 2. Bölük erlerinin yarısından fazlası yollarda dökülüp kalmıştı. Onlar sonsuz uykularına yatmış “kar şehitleri"ydi artık.

Sağ kalan arkadaşlarıyla birlikte boş olan diğer yayla evlerine sığındılar. Üzerlerindeki karları silkeleyen erlerin ağızlarından çıkan soluk buharları, içeride bir buhar bulutu oluşturmuştu sanki. İçerisi de dışarıdan farksızdı. En azından tipiden, ayazdan kurtulmuşlardı.

Kapısını kapatıp sırt çantalarını ve tüfeklerini çıkararak yerlere yığıldılar. Hepsi de perişan durumdaydılar. Şimdi ellerini, kulaklarını ovuşturmaya başlamışlardı. Ağlayan, sızlayan, feryat eden askerlerin durumu yürekler acısıydı. Günlerdir çarık ve potinlerini ayaklarından çıkarmamış olan erlerin ayakları da doğaldır ki yara bere içindeydi. Yaraları, soğuk daha da azdırmış, acısı dayanılmazdı. Çoğu ayaklarından rahatsızdı ve donan ayaklarının varlığını hissetmiyorlardı bile.

Arif Çavuş cansız ellerini ve parmaklarını ovuştura ovuştura canlandırmaya çalıştı. Ne zaman parmaklarının sızısını duymaya başladı “Can gelmeye başladı” dedi. Diğerleri de aynısını yapıyordu. Biraz kendine gelenlerin dilleri çözüldü.

“Nerde bu Sarıkamış Çavuşum?”

“Daha ne kadar gideceğiz?”

“Dayanacak gücüm kalmadı artık.”

“Biz de yollarda donup öleceğiz.”

“Beni burada bırakın!” diyorlardı.

Verilecek yanıtı yoktu Arif Çavuş’un.

“Ben de bilmiyorum,” demekle yetindi. “Ama oraya varırsak bolca yiyecek, giyeceğe ve cephaneye kavuşacakmışız.”

“Bizi de bu ham hayalle avuttular hep Çavuşum” dedi birisi.

“Komutanlarımız en iyisini bilir herhalde arkadaşlar,” dedi bir başkası.

“Onun için mi güneşte kalmış kar gibi eriyoruz?”

Bulundukları geniş yayla evinin ocaklığı vardı. Ama yakacak odunu yoktu.

Arif Çavuş: “Hava iyice kararmadan dışarı çıkıp çam ağaçlarından kuru dallar bulabilir miyim acaba? Ocağı yakabilirsek biraz ısınırız.” diye düşündü.

Kalktı yerinden. Zaten kapının yanındaydı. Kapıyı açıp dışarı çıkmak üzereyken:

“Hayrola Arif Çavuşum, nereye?” diye sordu Süleyman Onbaşı.

“Odun bakacağım. Bulabilirsem ocakta yakıp ısınalım diye düşündüm.”

“Ben de seninle birlikte geleyim.”

“Senin gelmene gerek yok! Bir şeyler bulabilirsem getiririm.”

“Kendin bilirsin Çavuşum.”

Dışarı çıkarak, örttü kapıyı Arif Çavuş.

şiddetini sürdürüyordu. Hava kararmak üzereydi. Buralar seyrek çam ağaçlarıyla kaplıydı. Ötelere doğru yürüyüp çamlara bakmaya başladı. 40-50 metre ötesinde bir kar tümseği ilişti gözüne. “Ola ki kesilmiş bir dal yığıntısıdır” diye düşündü. O yana doğru yürüdü. Tümseğe yaklaştığında arka tarafında kara bir şeylerin hareketliliğini gördü. Dikkat kesildi. Ardından alev gibi bir çift kırmızı şey parlayıp söndü. Derken tümseğin yanı başında belirginleştiler. Bunlar siyah aç kurtlardı. Sayısını kestiremedi. Üzerine doğru geliyorlardı.

“Allah kahretsin!” dedi hırsla. “Bir bu eksikti.”

Şimdi ne yapacaktı? Buraya kadar gelip düşmanla karşılaşmadan bu aç kurtlara yem mi olacaktı?

Doğal olarak tüfeğini içerde bırakmıştı.

“Yok, öyle yağma!” dedi.

Kurtlar hırıltılı, inlemeli, ağlar gibi seslerle, üzerine doğru gelmeye başlamışlardı. Belli ki onlar da bu kış kıyamette günlerdir açtılar. Böyle bir avı kaçırmak istemiyorlardı. Geldikleri yol güzergahının tam aksi yönünden peydah oldukları için donuk askerleri görmedikleri belliydi.

Arif Çavuş sığındıkları yayla evinden biraz uzaklaşmıştı. Dönüp kaçmaya çalışsa kurtlar, o daha evin kapısına varmadan yetişip parçalarlardı onu.

Tabancası üzerindeydi. Zaman yitirmemeliydi.

(SÜRECEK)