“Yeter ki Allah Devletimize zeval vermesin. Askerimizin bunca mesafeyi katedip düşmanla savaşabilmesi için sırtının pek, karnının tok, silah ve cephanesinin de çok olması gerekir,” dedi Arif Çavuş.
“Kalk!..” buyruğuyla yeniden derlenip, toparlanıp yola koyuldular. Düz bir ovada sürüyordu yolculuk. Hava da fena değildi. Gerçekten her iki askerden birisi potinsiz ve kaputsuzdu. Birçoğu da köyünden geldiği gibi yamalı, yırtık dökük giysiler içinde ve ayakları çarıklı olarak katılmıştı bölüğüne. Ama herkesin silahı vardı. Zaten askere yeterli oranda cephane de dağıtılmıştı. Askeri depolardaki giysiler yetersiz olmalı ki, son gelen askerlere giyim kuşam yetişmemişti. Onlar potinsiz, kaputsuz, başlıksız, yeleksiz, kazaksız, çorapsız ve eldivensizdiler. Askerler arasında bu giyim kuşam farklılığı tam bir tezat oluşturmasına karşın, kimse de bundan şikayetçi değildi. “Her nasılsa bizlere de verilecektir” umuduyla, komutanlarına sonsuz bir güven ve tevekkül içinde yolculuklarını sürdürüyorlardı.
Saatler boyu derin vadilerin içinden, derelerden geçiyor, dik yokuşları tırmanıyor, sarp uçurumların kıyısından yürüyor, dağları aşıyorlardı arka yüze. Belli yerlerde dinlenme noktaları vardı. Akşam olup karanlık bastırırken mola veriliyordu. Asker, sırt çantalarını çıkarıp bir külçe gibi üzerlerine yığılıp kalıyorlardı yorgunluktan.
Yiyecek ve cephaneleri taşıyan hayvanlar koşumlarından çözülüyor, ağaçlara bağlanıyor, yemleniyordu. Asker de çadırlarını kurarak, karavanasını yedikten sonra dinlenmeye çekiliyor, uyumaya çalışıyorlardı çadırlarında.
Sabah yine kalk borusuyla toparlanıp yola koyuluyorlardı. Asker Erzurum’a kadar olan bu yolculuğun ne kadar süreceğini merak ettikleri için yakınındaki arkadaşları Arif Çavuş’a soruyorlardı.
“Daha ne kadar yolumuz var çavuşum?”
“Ben de bilmiyorum ama komutanıma bir sorayım” demişti.
Muhaberecileri subayların yanına paylaştırmışlardı. Çoğu zaman Arif Çavuş bölük komutanı Nafız Yüzbaşı’nın yanında yürüyordu.
“Komutanım,” dedi. “Erzurum'a kaç günde varabiliriz acaba? Arkadaşlar merak ediyorlar da…”
“Gidişimize bağlı Arif Çavuş” dedi. “Ben de ilk kez gidiyorum. Önümüzde dağlar ve vadiler var. Mevsim de kışa dönüyor. Bunu yol ve hava şartları belirleyecek biraz da. Sanıyorum bir aya kalmaz, ulaşırız.”
“İnşallah komutanım!”.
“İnşallah” dedi yüzbaşı da.
Şimdiki gibi yollar düz ve düzenli değildi o zamanlar. Bundan yüz yıl öncesinden söz ediyoruz. Düz alanlarda gitmek ne kadar kolaysa, derin vadileri geçmek, yokuşları tırmanmak, dağları aşmak da o denli zor ve sıkıntılıydı. Yiğit, arık böyle zamanda seçilir, derler ya. Bu da askerin karnının tok, sırtının pek olmasıyla; aynı zamanda, kışın karından, ayazından ve soğuğundan korunmasıyla doğru orantılıydı. Birçok asker zayıf bünyeli ve güçsüzdü. Bir de sırtlarındaki onca yükle yürümek her babayiğitin harcı değildi. Üstelik bu cebri bir yürüyüştü. Geride kalanlar beklenmiyordu. Gidenlere ayak uydurmaları, geride kalmamaları için üstleri tarafından zorlanıyorlardı.
Her ne kadar mevsim kışa dönüyor, geceler ve sabahları havalar soğuk oluyorsa da gündüzleri fena sayılmazdı şimdilik. Ancak; kış bastırınca daha çetin günlerin geleceği bilindiğinden havanın şimdiki durumundan şikayetçi değillerdi. Asker düz alanlarda günde 35-40 kilometre yol katederken, dağlar ve derin vadiler onların yürüyüş hızını kesiyordu.
Akşam olunca yine bir dağ başında konakladılar. Gece hava bozmuş, sabaha kadar şiddetli bir yağmur yağmıştı. Bu yağmur, bundan böyle yolculuklarının daha zor ve daha çetin geçeceğinin habercisi gibiydi. Bunun peşinden karın geleceği belliydi. Askerlerin çoğu ıslanmıştı. Yeniden yola çıktıklarında anladılar yürüyüşün zorluğunu. Çarıklı olan erat sabun gibi kayan çamurda düşe kalka zorlukla ilerlemeye başladılar. Her yer çamur deryasına dönüşmüştü. Özellikle top arabalarının ve nakliye kollarının bu çamurda gidebilmeleri çok zordu. Bunları çeken atlar ve katırlar olağan üstü çaba göstermelerine karşın, oldukça zorlanıyorlardı. Bu nedenle askerlerin arabaların arkalarından iterek onlara destek vermeleri gerekiyordu. Bu sıkıntılar, havalar yeniden açılıp çamurlar biraz kuruyana kadar sürdü.
Potinsiz ve kaputsuz erler büyük sıkıntı çekiyorlardı. Komutanları:
“Biraz daha sabredin” diyorlardı. “En kısa zamanda potinsizler potine, kaputsuzlar da kaputa kavuşacaklardır.”
Derken; Amasya, Suluova, Havza, Ladik, Erbaa, Niksar üzerinden 9-10 günde Ünye’ye ulaştılar.