El becerilerim iyiydi. Bu tür işlere oldukça yatkındım. Çerden çöpten yaptığım arabalar, kağnılar, tarım araçları modelleri herkesçe beğenilirdi. Okulda, derslerimde olduğu gibi, resim-iş’te de herkesten önde ve herkesten iyiydim. Tümünden tam not alırdım.

“Gelin bakalım,” dedim.

Birlikte bahçeye geçtik. Daha önce de Eşref’le Yaşar’a kuru dallardan çok ev yapmıştım. İrisinden ucu çatal dört tane dal buldum. Onlar beni heyecan ve merakla izlemekle kalmıyor, çevreden dal bulup yetiştiriyorlardı bana. Bulduğum dört çatal dalın  yan ve uç dallarını kırıp,  boylarını aynı uzunluğa getirdim. Çatal kısımları yukarda olacak ve bir karenin köşe noktalarını oluşturacak biçimde bir taşla toprağa çaktım. Bunlar, yapacağım evin dört  ana direği oldu. Aynı uzunluğa getirilmiş birkaç tane iri dalı da, birbirine koşut olarak bu çatal direklerin üzerine yerleştirdim. Ortaya bir şeyler çıktıkça nasıl da seviniyorlardı. Bu  dalların  aralarını başka ince dallarla doldurdum. Önden iki direk arasını açık bıraktım. Burası tek göz olan evimizin giriş yeri olacaktı. Aslında yaptığım bir bekçi kulübesi modeliydi ama onlar, ev diyorlardı. Ben de ev olarak yapıyordum.

İkisi de sevinçten zıp zıp zıplıyorlardı.

“Şimdi de ceviz yaprağı getirin bakalım,” dedim.

Birer kucak ceviz yaprağı yetiştirdiler.

“Getirdik ağabey!” dediler.

“Sağ olun,” dedim.

Çatısını bu yapraklarla örtüp, üzerine de toprak serptim. Tek katlı, toprak damlı küçük bir bekçi kulübesi ortaya çıkmıştı. Öyle sağlam olmuştu ki, üzerine çıkılsa taşırdı. Kolay kolay yıkılmazdı. Yarım metreden fazlaydı yüksekliği.   

“Ne kadar güzel oldu!” dedi Yaşar. “Nasıl yapıyorsun ağabey?”

 “Çok kolay,” dedim. “Gördünüz işte. Biraz büyüyünce siz de yapabilirsiniz akıllım.” 

Eşref kendine övünme payı çıkarmıştı.

“Benim ağabeyim her şeyi çok güzel yapar aslanım!” diyordu.

Yaşar karşılıksız bırakmadı Eşref’in sözlerini.

“Biz daha küçüğüz akıllım. Ağabeyim kadar olunca biz de yapabilirmişiz.”

“Hadi bakalım,” dedim. “Siz de bunun yanına daha küçüğünü yapın birlikte.”

“Heyyyy!” diye bağırdılar ikisi birden. “Yaparız!..” dediler  sevinçle.

Onları oyunlarıyla baş başa bırakarak, yeniden işime döndüm.

Amcamla ağabeyim. Tarlanın alt başındaki ceviz ağacını çırpmayı sürdürüyorlardı. Aramızdaki uzaklık, yüz adım ya var,  ya yoktu. Dallara, “şırak, şırak” inen sırık sesleri, ağır aksak tempolu bir doğa müziğiydi sanki. Orada da dolu yağıyorca ceviz iniyordu dallardan.

Sonra birden dallara çarpan sırık sesleri ve  toprağa düşen ceviz patırtıları kesildi. Amcamla ağabeyim bir şeyler konuşuyorlardı aralarında ama ne konuştukları pek anlaşılmıyordu. Birden amcamın, Malatyalı Fahri’ye benzettikleri sesi yükseldi. Güzel bir türküye durmuştu şimdi o. Herkes işini bırakıp kulak kesilmişti. Çok güzel sesi vardı amcamın. Ses dalga dalga yayıldı her yana.

“Fincanı taştan oyarlar balam, oyarlar.

İçine bade koyarlar.

İçine bade koyarlar.

Sen bize gelme duyarlar balam, duyarlar.

Sen kimin canısın canı.

Sen yine doldur fincanı.”

......................

Türküsü bittiğinde, ağabeyimin sesini duyduk:

“Yaşa amca,” diyordu. “Nefesin gür olsun. Kulaklarımızın pasını açtın .”

Babam:

“Bize hem güzel bir türkü dinletti, hem de bizi dinlendirmiş oldu.” dedi. Olanakları elverseydi radyoevine türkücü olarak girebilirdi bizim Mustafa.”

“Doğru söylersin” dedi annem. “Radyoevinde türkü söyleyenlerin hiç biri eline su dökemez benim kayınımın. Öyle değil mi kız gelin?” dedi yengeme.

“Bilmem,” dedi yengem. Ama dikkat ettim yüzü gülüyordu. Gururlanmıştı kocasıyla.

Babam kıyının içindeki ulaşabildiği cevizleri topluyordu. Ceviz öbekleri büyümüş, toplanacak cevizler de azalmıştı. 

Tarlanın alt kıyısından, doğu batı yönünde bir yol geçerdi. Bu yol köyümüzün doğusundaki Kışlacık köyüyle, batısındaki Örencik ve Üçköy köylerini birbirine bağlardı. Bu yola “Uluyol” derlerdi.  Uluyol, büyük yol anlamına gelirmiş. Eskiden bu yolun, kervan yolu olduğunu söylerdi yaşlılar.