Bense:

“Toplayın da görelim akıllım aslanım!”  dedim. “Bakalım kim birinci olacak?”

Yaman bir yarışa giriştiler ikisi de.

Sırıkların dallara çarpan “şırak, şırak” seslerinden ve yere düşen cevizlerin tekdüze patırtılarından başka bir ses duyulmuyordu çevrede.

Birden acı bir çığlıkla kalakaldık işimizin üstünde. Bakışlarımız çığlık yönüne çevrildi. Eşref’ti bu.

“Vay anam başııım! Öldüm valla billa!..” diyordu.

“Ne oldu oğlum?” diye sordu annem telaşla.

“Başım yarıldı ana, baksana başım yarıldı!..”

İki eliyle başını tutarak anama doğru koşuyordu  Eşref.

Belli ki, başına bir ceviz çarpmıştı.

“Vah vah...” dedi babam aldırmaz bir tavırla. “Başı yarılmış anası. Baksana nasıl da kanıyor.”

Annem, Eşrefi kucaklayıp bağrına bastırdı. Sonra başını okşayarak:

“Ne eğleniyorsun oğlumla babası. Ne kanamasıymış. Birazcık acımış işte.” diye şakacıktan çıkıştı babama.

Sonra Eşref’i yanaklarından öperek, dil dökmeye başladı.

“Anasının bir tanesi; urbanlar olurum senin gözlerine! Şimdi geçer acısı, ağlama yavrum!”

Eşref eliyle gözlerini silerek:

“Çok acıyor ana!” diyordu.

Anamın göğsüne sokulmuş; sevgi ve ilgi odağı olmaya çalışıyordu.

Ben de Eşref’e takılmadan edemedim.

“Ne biçim erkeksin ulan?” dedim. “Erkekler ağlar mı hiç? Alt tarafı bir ceviz. Soğan erkeği sen de!”

Bu sözlerime bir kızdı, bir kızdı ki, sormayın.

“Sensin soğan erkeği!” dedi. “Senin başına da düşsün de bir gör bakalım. Nasıl ağlıyorsun o zaman!”

“Hadi benim akıllı oğlum.” dedi anam. “Şimdi geçer acısı. Cevizin dibine gidin, orada oynayın. Düşen cevizlerin altından da ırak durun!”

Eşrefi yeniden öperek saldı kucağından.   

Ağıtı kesilmişti Eşref’in. Yaşarla birlikte oturdular ceviz ağacının dibine. Yaşar da merak etmiş olmalı ki, Eşref’in başındaki şişliğe bakıyordu.

Dolu yağıyorca ceviz iniyordu dallardan patır patır. Babam arada bir cevizin altından gerilere doğru açılıyor, ceviz görünen dalları işaret ediyordu amcamla ağabeyime. Onlarsa, durmadan sırık sallıyorlardı. Üçerli beşerli toplar halindeki cevizler, daha sırığın ucu dokunmadan patır patır dökülüyorlardı yere.

Bu sırada, bir ceviz de benim başıma çarpmasın mı? Şimşekler çaktı gözlerimin önünde. Elimi acıyla başıma bastırdım. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum ama ne mümkün. Yağmur gibi yaş yürümüştü gözlerimden. Her ne değin Eşref’le Yaşar’a sezdirmemeye, onların diline düşmemeye çalıştıysam da  olmadı. Görmüşlerdi durumumu.

Özellikle Eşref neşelenmişti.

“Nasılmış?” dedi. Sonra, sözcüklerin üstüne bastıra bastıra sürdürdü. “Acıyor muymuş, acımıyor muymuş ha? Söyle bakalım! Neden ağlamıyorsun? Hadi ağlasana!..”

Canım burnumdaydı

“Sus ulan!..” dedim, öfkeli ve acılı bir sesle.

O, muştu verir gibi seslendi anneme.

“Anneee!..  Ağabeyimin başına da ceviz düştü. Nasıl da kanıyor bak!.” diye hem bağırıyor, hem de el çırpıyordu gülerek.

İyice canım sıkılmıştı bu davranışına.

Ne oldu oğlum?” diye sordu annem.

“Yok bir şey,”  dedim.

Yaşar koşarak yanıma gelmiş, merakla soruyordu.

“Ağabey bakayım. Nerene çarptı ceviz? Çok mu şişti başın? Hadi göster bana!”

Elini tutarak, parmaklarını başımdaki şişliğe dokundururken, bir çığlık da Yaşar koyuvermesin mi?..

“Vay anam başııım! Başım yarıldı başım!” diye hem ağlıyor, hem de anasına koşuyordu.

Bu kez gülme sırası bana gelmişti ama gülemiyordum işte. Başına ceviz düşen ağlayarak anasına koşuyordu. Ya ben kime koşup, nereye sığınmalıydım. Ana kucağına koşacak yaşı çoktan geçmiştim.

Anası Yaşar’ı bağrına bastırıp saçlarını okşayarak:

“Tamam tamam!” dedi. “Ağlayıp durma! Bir şey yok başında! Olur o kadarcık!..”

“Ama acıyor anne!..”

Anası Yaşar’ı alıp ceviz ağacının dibine götürdü.  Biraz da çıkıştı:

“Bir işe yarasanız, dolaşmazsınız ayak altında! Kaçarsınız kıyı kıyı! Oturun şuracıkta! Gelmeyin çırpılan dalların altına.!..”

(SÜRECEK)