24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile ilgili olarak çok şey söylendi, yazıldı, çizildi.

Antlaşmaya iyimser gözle bakanlar diyorlar ki:

-Lozan diplomatik kazanımdır.

-Lozan, bir zafer ve uzlaşma belgesidir.

-Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası tapu senedidir.

Lozan tapu senedini imzalarken eli imzaya gitmeyen çok sayıda yabancı diplomat vardı masada. Bunlardan biri de İngiliz İmparatorluğu Dış İşleri Bakanı Lord Curzon'du.

İsmet İnönü, her masayı terk ettiğinde, her itiraz ettiğinde, her olmaz dediğinde aynı şeyleri yineliyordu o.

-Memleketiniz haraptır. Parayı nereden bulacaksınız?

-Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız?

-Para kimsede yok ancak biz verebiliriz.

-Atın imzanızı!

İngilizlerin bilinen özelliğidir bu, her şeyin başı paradır onlar için.

Lozan'dan sonra, her şeyin başının para olmadığını kanıtladı kurucu, yurtsever kadrolar. 100. yılını yaşıyoruz Cumhuriyet'in.

İçeride, Lozan'a kötümser gözle bakanlarımız olmadı mı?

Oldu.

"İhanet belgesi!" diyenler oldu. "Memleketin satış belgesi!" diyenler oldu.

"Lozan'ın imzalanmasının 100. yılında her şey ortaya çıkacak, gizli maddeler açıklanacak, hainlerin ihanetleri anlaşılacak." diyenler oldu. Denilenleri not aldık.

Hep merak ettik, yazılan çizilenler, söylenenler doğru olabilir mi diye.  Ortaya dökülecek ihanet içeren gizli belgeler bekledik.

Lozan'ın 100. yılında tekrar açtık okuduk Lozan Barış Antlaşması'nın maddelerini.

O gün kollarını sıvayıp çalışanları, neler yaptıklarını gözden geçirdik. Yapılanları üst üste koyduk. Topladık, çıkardık.

Bir de uyarı ile karşılaştık o günlerden kalma.

Deniliyordu ki:

"(...) Memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde bîtap ve harap düşmüş olabilir. (...)

Bu, bir uyarıdan çok, bir kâhinin uzgörüsü olabilirdi ancak. Bunu anladık 100 yıl sonra.

İki taraf olduk halk olarak. Karpuz gibi ortadan ikiye ayrıldık. En yukarıdakiler yapıyor bu ayrımı; "Bana oy verenler millet, bana oy vermeyenler illet:" diyorlar.

İki tarafı da dinle, iki taraf da haklı. Bir tarafta devrim yapanların izinde yürüyenler, diğer tarafta karşı devrimciler. Üstelik ipin ucu karşı devrimcilerin elinde. Kime ne diyeceksin?

İstersen de!

"Katranı kaynatsan olur mu şeker, aslını sevdiğim aslına çeker."

Bugün, "Memleketin manzara-i Umumiye'si" (genel durumu) şöyle; evsizimiz, işsizimiz çok. İş bulan yurttaşlarımızın yarıdan çoğu asgari ücretle çalışıyor. Elde avuçta olan fabrikalar, değerli araziler, dağların altı, üstü haraç mezat satılmış, satılıyor. Dünya kadar borç almışız dışarıdan. Çoğunu İngiltere'den almışız borç paranın. Borçlu bir millet olmuşuz. Çok önemli iç, dış akitlerimizi İngiliz mahkemelerinin çözümüne bırakmışız. Borcumuzu ödeme güçlüğü çekiyoruz. Rusya'ya olan borcumuzu yeniden yapılandırmışız ya da öteletmişiz.

Bir yandan da harıl harıl borç arıyoruz dünyada.

Çorum Öğretmen Okulu'ndan arkadaşım emekli öğretmen Ali, ortaokuldan arkadaşım Mehmet benzer eleştirileriyle uyarıyorlar zaman zaman:

-20 yıldır hiç mi iyi şey yapılmıyor memlekette?

Yapılmaz mı?

Yapılan o güzel şeyleri kendinden geçerek izliyor yurttaş televizyonlarda.

Gabar'dan petrol fışkırıyor, Karadeniz doğalgazı bedava, İha'larımız yürek hoplatıyor.

Benim, TV'lerle pek aram yok. Yapılan güzel şeyleri görecek göz de yok bende. Zaman buldukça, çocukluktan kalma alışkanlıkla, sıcak yaz gecelerinde pencereyi açıp gökyüzündeki Ay'a bakıyorum. Müteahhitlerimizin Ay'a dört şerit gidiş, dört şerit geliş sekiz şeritli yol yapım çalışmalarını izliyorum.

Uyuyorum.