Ramazan yaklaşınca "nerede o eski ramazanlar!" tadında yazılan yazılar yazmak da artık, "nerede o eski ramazan yazıları" iç çekmeleriyle anılır oldu. Alıcı kuşlar gibi bir salgın belası dönüyor tepemizde; ne eskileri yad etmeye mecalimiz, ne de geleceğe dair hayallerimiz var. Sokakta yaprak kıpırdamıyor. Karadenizli’nin deyimiyle "sasuk" bir tatsızlık durumu yaşıyor tüm insanlık.

Halbuki, Ramazan ayının yaklaştığı, televizyonlardaki geleneksel kola reklamlarından anlaşılırdı kısa zamana kadar. Biz biraz daha eskilere gidelim; "nerede o eski ramazan yazıları" diyenlerin iç çekişlerini azaltırız belki.

*

Yukarı Mezarlık mahallesinin çocuk kolonisi için Ramazan, gecenin bir yarısında karanlık bir sokaktan hayalet gibi gelen davul sesiydi. Hem de ne ses; gevrek kasnağa sarılı kuru işkembeden yapılma gerdirmeye inen her gürgen tokmak darbesinden, tek katlı çamurdan evin bel vermiş tahtaları zıngırdardı. Davulcu Aşık'ın manileri ve davul sesi merak edilse de, perdeyi siper alıp korkarak yapılan gizli bakışlarda Davulcu Aşık'ı görmek pek bir meseleydi. Evlerde gece olmadan lambalar söndürülür, sokaklar da karanlıktan pek görünmezdi.

Gece sahura kalkmalar, ramazanın olmazsa olmaz ritüeli kaldı hep. Sabah okula gitmek için annelerin defalarca başına gittikleri çocuklar, Davulcu Aşık'ı görebilmek ve sahur sofrasında "mayalı" yiyebilmek için fişek gibi uyanırlardı sahur vakitlerinde. Kimi zaman anneler kıyamayıp uyandırmazlardı. Ama tek göz odanın yanan ölgün ışıkları ile teneke siniye değen metal kaşık sesi yetişirdi imdada.

Bizim oralarda sahur da top patlamasıyla biter, ağızlar kilitlenirdi. Ramazan sabahlarında da ayrı bir tatlı telaş yaşanırdı. Her mahallede bir köşeye yapılan mahalle fırınlarının önleri, tarlaya gitme telaşındaki kadınların "çömlek koyma" tören yerine dönerdi. Pişmiş topraktan yapılan çömleklerde "soğan kalleleri", "keşkekler", "yahniler" sabah serinliğinde fırın önlerine getirilirdi. Zaliye Ebe, ameliyata girecek cerrah ciddiyetiyle tüm mahallenin çömleklerini fırına üst üste dizer, fırının tenekeden kapağını kapatıp, etrafını samanla mayısı karıştırarak yaptığı toprak harçla sıvardı.

Bizim oralar ramazan günlerinde Kerbela’ya dönerdi. Oruç tutmuyorsan kahvaltı da yapamazdın. Başkalarının göreceği şekilde yeyip içmek pek bir ayıp sayılırdı. Hasta ve yaşlı şarapçılar, İstanbul'dan gelip sabah otobüsten inen seferiler, köyüne gitmek için Cuma namazının kılınmasını bekleyen kimi dayılar, Parkın havuzunun etrafında, eşek kestanelerinin altında gizlice atıştırırlardı.

Sırtına sardığı bebeğiyle ekin biçen, çeltik otu almaya giden gelinlerin açlıkla imtihanıydı ramazan. Akşama yakın ot bohçaları sırtında yokuş çıkıp, kendilerinden önce ahırdaki hayvanlarını beslerlerdi. Ve akşam ezanı okunmaya yakın saatlerde, Operatör Zaliye Gadun öncülüğünde açılırdı fırının kapağı. Dünyanın en güzel yemek kokuları, hapsoldukları fırından iştahla çıkıp, tüm mahalleyi dolaşırdı.

İftar softalarında tarhana çorbası ve fırından çıkan keşkek bizim oraların değişmez akşam menüsüydü. Hala da öyledir. (olsa da yesek) Sofralar toplanınca, tüm evi teravih telaşı sarardı. Ah Babannem, hep telaşeliydi zaten. Rahmet olsun. Caminin üst katı kadınlar ve çocuklar locasıdır. Namazlağusunu koltuk altına sıkıştıran kadınlar, grup grup camiye dolarlardı. Kadınlar için sosyalleşme işlevi de gören cami avluları, çocuklar için bulunmaz bir lunaparka dönerdi. En büyük eğlence de secdeye eğilen ihtiyarların yere düşen takkelerini ona fark ettirmeden arkalara atmaktı. Takkesini yerde göremeyen, namazdan da çıkamayan ihtiyarın göz ucuyla fırlattığı kızgın ve telaşlı bakışları mahallenin fırlamalarını gülmekten yerlere yatırırdı. Elbette namaz bitmeden topukları yağlarlardı.

Hepsi de olmasa da çoğu geçmişte kaldı ramazan geleneklerimizin. Teknoloji ve kent yaşamı yalnızlaştırdı bizleri. Dahası mutsuzlaştırdı. Toplu yaşamayı, eğlenmeyi, çalışmayı, ibadeti mutluluğa dönüştürmeyi unuttuk. Bir de bu salgın belası...

Hayırlı ramazanlar.