KORONA KARANTİNASININ HATIRLATTIKLARI (MART 2020)
Artık eylül ayının ilk günleri olduğu için sabah biraz serinliğe uyandırdı annem. Yatakta dönüp dururken, sofranın kurulduğunu kap kacak seslerinden ve mutfaktan gelen keskin biber kızartması kokusundan anlayabiliyordum. Annemin araladığı perdenin arkasından, yakıcılığını hala hissettiren eylül güneşi gülümsüyordu.
Memnuniyetsizlikle sarıçam tahtasından yapılma yatağımı gıcırdatarak kalkıp, duvarları nemlenmiş, mozaik tabanlı lavaboda yüzümü üstünkörü yıkadım. Yarı inşaat halindeki tek katlı evimizin küçük, karanlık salonuna daldığımda, orta yere kurulmuş sofradaki iştah açan kahvaltıyla ve babamla göz göze geldik. Babam hala işe gitmemişti demek. Peygamber donu da denen yünlü pijamasıyla, Ormancının karısının deyimiyle “akbaba gibi” beyazlar içinde sofrada oturuyordu. Yüzünde dar gelirli memurlara mahsus umutsuz bir gölge vardı. Onu aylar sonra sofrada görünce bir sevinç ve güven doldurdu içimi. Bir yandan da yanlış bir şey söylemekten çekinerek
- Daireye geç kalmışsın baba, dedim.
Gülümsemesinden, aileye dair fena bir şey olmadığını anlayıp, rahatladım.
- Bugün evden dışarı çıkmak yasak oğlum.
-Neden?
- İhtilal oldu. Sokağa çıkmak yasak.
- İhtilal ne demek baba?
-...
....
Bir saat sonra, mahallenin erkekleri, korka çekine birer ikişer bizim yarı inşaat halindeki bahçede toplanmaya başladılar. İnşaat amelesi Mustafa Dayı geldi ilk.
- Hökümet devrülmüş diyola Gadir Efendi, doğru mu allasen?
- Devrilmiş Mustafa, dedi babam.
- Eyvah eyvah, işe de gidemeyiz şimdi. Eğrigötlerin duvar da yarım kaldı, diye serzendi Mustafa Dayı. Aslında, Eğrigötlerden çok kendi yövmiyesinden olduğuna yanıyordu. Karısı Ümmihan'la bizim evin bitişiğinde zar zor yaptırdıkları tek katlı, geniş bahçeli küçük bir evde oturuyorlardı. Yılın ilk kirazı onların bahçede çıkar, aslında istesek verdiği halde açgözlülüğümüzden, geceleri kiraz operasyonu yapardık gizlice. Çocukları yoktu. Severlerdi mahallenin çocuklarını. Ama, gürültümüze bizimkiler kadar tahammül edemez, bizi eve sık sık şikayet ederlerdi. İlçenin yürüyerek bir saat uzağında, dağların arasında bir köydendiler. Zaman zaman yaz kış ceket ve kazak giyen, kasketli, kara yüzlü bir ihtiyar adam, katırla erzak getirirdi köyden. Bulgura, pirince pek para harcamazlardı sanırım. Zaten harcayacak fazla paraları da olmazdı.
Birazdan Taksici Şevki Amca geldi salınarak. Onu ilk defa yürürken görüyordum. Günde üç kez, saltanat kayığı gibi yaylanan siyah şavrolesiyle çarşıya inip çıkardı Şevki Amca. Pek misafirliğe gitmez, ona da misafirliğe gidilmezdi. Kötü olduğundan değil, başka bir ilçeden gelip yerleşmişti bizim oralara. Geldiği yerin adetinden midir yoksa yabancı memlekette olmasından mıdır bilinmez, karısı da avluya ya da balkona pek çıkmazdı. Nadiren de olsa kapı önünde rastladığımda, bizimkilerden farklı, sofra çarşafına benzeyen bir eşarp görürdüm başında.
- Selamünaleyküm,
- Aleykümselam Şevki usta.
- Asker örfi idare ilan etmiş, hökümet yıkılmış diyola doğru mu Gadir Efendi?
- Doğru Şevki Usta, gel çay içelim.
Şevki Amca, inşaattan çıkma harçlı tahtalardan acemice yapılmış bir tabure çekip, sırtını, kalker taşından yapılan evin duvarına yasladı. Sonradan, mahallenin ormancıları ile belediyeci Şükrü Amca da geldiler. Gelenlerin, radyodan ajansları dinlerken yüzlerindeki endişeler, ikinci bardak çaylar da içilip sohbet koyulaştıkça dağılmaya başladı. Çoğunluk, Kenan Paşa'nın ne iyi edip de ihtilal yaptığını, sağ sol çatışmasının memleketi kötüye götürdüğünü söylüyorlardı. Babam pek o kadar rahat değildi.
...
Hökümet yıkıldı sözü, küçük akıllarımızda tuhaf bir etki yapmıştı. İhtilali anlamıyorduk da hükümetin nasıl yıkıldığını merak ediyorduk en çok. Mahalle çetesi, bizim avluda toplandı. Mustafa bize katıldığında, tren yolu kıvamında kesilmiş saçlarına bakıp tüm çocuklar gülmeye başladık. Birkaç gün önce Mustafa bize gelip, "babam para verdi, berbere gideceğim, hadi gidelim" demiş, ben de bu işi dedemin haçtan getirdiği berber makasıyla halledivermiştim. Babasının Mustafa'ya verdiği tıraş parası da bize kalmıştı. Demek ki saçın kıvamını pek tutturamamıştım. Acemilik içte. Koşa koşa, yıllardır sadece çevre duvarlarının bir kısmı örülü duran arsaya gittik. Duvara çıkıp, hükümet binasına baktık. Hükümet, Orman Dairesinin avlusundaki servi ağaçlarının arasından sapasağlam görünüyordu işte. Yıkılmamıştı. Koşarak avluya geldik. Annemin büyükçe bir alüminyum tepside dağıttığı bilmem kaçıncı posta çayları içenlerin yanına vardık. Nefes nefese:
- Baba hükümet yıkılmamış, vallahi de duruyor orada, dedim. Adamlar bir hayli güldüler heyecanımıza. Bu alaycı gülüş bizi hepten meraklandırınca, çeteyle birlikte Hükümetin avlusuna kadar bir sızma harekatına giriştik. Yolda, Maymun Ahmet'in karısı Safure Teyze'yle bir grup askere rastladık. Askerler, tarlaya giden Safure Teyze'yi hemen eve dönmeye ikna etmeye çalışıyorlardı.
- Teyzeciğim vallahi yasak. Komutan kızıyor, dese de Safure Teyze:
- Bamiye üç günlük oldu. Senin deyos gomutanın mı toplayıverecek bamiyeyi, diye itiraz ediyor, bir yandan da durmadan gaz çıkartarak anırıp duran eşeğinin yularını sıkılaştırıyordu. Kasabada kadınlar, yaz boyunca sabah ezanı okunurken kalkar, akşamdan dizip astıkları bamyanın çiçeğini çıkartıp, tekrar bamya toplamak için yarım saat mesafedeki Ağaçarası'na giderlerdi. Ama o sıralarda sucu Zampara Osman dedikodusundan mıdır bilinmez, Safure teyze biraz gecikmişti. Kadınların evlerde konuşmasına göre, yevmiye karşılığı tarla suculuğu yapan Osman, bir sabah erkenden tarlaya giden yılların dulu Kör Şerife'ye "seninkini de sulayım mı kız?" demişti. Şerife de ona "hooşt köpek, sen evdekini suladın da benim tarlaya mı geldi sıra" diye çıkışmıştı. Olay, kasabada erkenden duyulmuştu. Zaten kasabada bir dedikodu edildi mi, bunu bir sözü eden, bir Allah bir de tüm kasaba duyardı. Şakayla tarlada söylenen bir yalana, hızla yayılmasından ve eklemelerden dolayı, yalanı söyleyen de çarşıya vardığında inanırdı. Osman'ın adı o günden sonra zamparaya çıkmış, kadınlar da tarlaya erken gitmez olmuşlardı. Askerler, zar zor ikna ettikleri Safure Teyze'yi geri göndermeyi başardılar.
(SÜRECEK)