İlk imzayı Türkiye atmıştı.
Parlamentosunda ilk onaylayan Türkiye olmuştu.
Hem de AKP, CHP, MHP ve BDP’nin oy birliği ile…
Asıl adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” idi ama kısa adı “İstanbul Sözleşmesi” olmuştu.
Ne idi amacı?
-Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve aile içi şiddeti önlemek…
-Kadına karşı her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve kadın-erkek eşitliğini önemli ölçüde yaygınlaştırmak…
-Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin mağdurlarının korunması için politikalar üretmek…
-Kadına karşı şiddeti ortadan kaldırmak için uluslararası işbirliğini geliştirmek…
Ama Türkiye bu sözleşmeden ayrıldı!
Cumhurbaşkanı Erdoğan 19 Mart’ta imzaladı, 20 Mart’ta Resmi Gazete’de yayınlandı. Ve de ilk imzayı atan, parlamentosunda ilk onaylayan Türkiye bu sözleşmeden ayrıldı.
Oysaki kadın haklarını ve kadına şiddeti içeren:
-1950 tarihli “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”ni aşan…
-1966 tarihli “Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme”yi aşan…
-1979 tarihli “Kadına Karşı Her Türlü Şiddetin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin BM Sözleşmesi”ni aşan…
Yani Türkiye, bu sözleşmeleri de aşan böyle bir sözleşmeden ayrıldı.
* * *
Peki, neden ve niçin?
Çünkü son bir yılda, birdenbire itirazlar yükseldi.
Ve de bu itirazlar, bir kısım muhafazakâr kesimden ve iktidar cephesinden özellikle dillendirildi.
Her nedense bu itirazlar, bir kısım basın ve yazarlardan da gündeme getirildi.
Peki, ne denildi?
Dediler ki, “Cinsel sapkınlığın önü açılıyor.”
Dediler ki, “Dini hassasiyetler hedef alınıyor.”
Dediler ki, “Cinsiyet kimliği yok ediliyor.”
Dediler ki, “Melez bir cinsiyet yaratılıyor.”
Dediler ki, “Bu sözleşme, LGBT ve eşcinsel sapkınlığın bir koruyucusudur.”
Ve de dediler ki, “Bu sözleşmeyle, ailemizin nasıl korunacağına Avrupa karar verecek, geleneksel aile yapımız bozulacaktır.”
Evet; böyle denildi, böyle mayalandı, sonunda bu sözleşmeden ayrılındı.
* * *
Olaya bir başka soruyla devam edelim…
İstanbul Sözleşmesi gerekli miydi ve de yeterli miydi?
Elbette hem gerekliydi hem de yeterliydi. Ama bizim için yeterli değildi.
Çünkü bu ülkede:
-Namus, kadın üzerinden okunurken…
-Aile şerefine kadın üzerinden bakılırken…
-Erkeğe çapkın, kadına “oro…” denilirken
Değil İstanbul sözleşmesi, değil Ankara sözleşmesi, Paris sözleşmesi de olsa, Londra sözleşmesi de olsa bu ülkede kadına şiddetin önüne geçmek zordur.
Çünkü bu bir zihniyet meselesidir.
Çünkü bu bir sosyolojik vakadır.
* * *
Ve de:
-Kaynağı görülüp kurutulmadığı sürece…
-Kadına şiddet hangi değer ölçülerine dayanıyor, araştırılmadığı sürece…
-Ve bu davranışların sosyolojik nedenleri üzerinde, sağlıklı bir değerlendirme yapılmadığı sürece…
Bu ülkede kadına şiddetin önüne geçmek zordur.
Nitekim ülkemizde, son 10 yılda 3 binden fazla kadın öldürülmüştür. Ve de bu sayı her yıl artarak devam etmekte, şiddetin sayısı ise zaten bilinmemektedir.
Çünkü:
Bu toplumun zihinsel yapısında, önlenemez bir şiddet duygusu vardır.
-Bedensel gücü, kadına karşı baskın bir güç olarak gören...
-“Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” diyen…
-Ve de “Saçı uzun aklı kısa” diyen…
Yani bu sözlerle kadını ötekileştiren ve aşağılayan, kültürel bir mayası vardır bu toplumun.
İşte İstanbul Sözleşmesi’nin özünde, bu mayanın değiştirilmesi vardı.
Ve de bu sözleşme’nin özünde, kadının insan olduğu vurgusu vardı.
Ama Türkiye, ev sahipliği yaptığı ve ilk imzayı attığı bu sözleşmeden ayrıldı.
Çünkü bu ülkede, kadın hakları için kararları halen erkekler vermektedir.