Evimizin pencereleri güneybatıya bakıyor. Önümüz Etlik Mahallesi. Evler, belli bir düzen içinde. Düzeni bozan birkaç yapı da olmasa ufku daha rahat göreceğiz.
Yapıların arkasını batı ufku dolduruyor. Akşama yakın saatlerde bir tatlı telaştır başlıyor. Hele de günbatımı anlarında dünyada ne kadar tanınmış ressam varsa oradalar. Renkler yarışıyor. Bulutlar, dans ediyor.
Sonbahar akşamlarının yüzümüzü yalayan serin rüzgârları bulutlara göz açtırmıyor. Yan gelip yatan bulut kümeleri, deve kervanı gibi yola koyuluyor.
Binamızın bahçesi, birçok yapının bahçesini de yanına alarak kocaman bir ortak alana dönüşmüş. On beş dönümü bulan ağaçlık bir alan. Ağaçların içinde yüz yaşında olanları bile var. Buralar eski bağ evlerinin olduğu yerler. Birkaç gündür ağaçlara da musallat oldu rüzgâr. Yaprakların dallardaki saltanatı yerle bir oldu.
Sonbahar, yerini kışa bırakmaya hazırlanıyor. Bir haftalık ömrü kaldı güz günlerinin.
Annem yaşasaydı, itiraz eder:
" Eski hesaba göre daha on dokuz, yirmi gün var güzün çıkmasına." derdi.
On dokuz, yirmi gün sonra da olsa kış, kışlığını yapacak. Kar yağacak, evlerin saçaklarından buzlar sarkacak, yollar buzlanacak...
Annemin sesini duyar gibiyim yine:
"Dışarı kışı da kış mı oğlum, Allah içeri kışı vermesin."
Annemin dediğine göre, zor geçecek olan içeri kışıydı.
Ayazını, soğuğunu, karını yüklenip geliyor kış. İçeri kapanmalar başlıyor.
İçeride bir gün:
Televizyonda Sayın Devlet Bahçeli konuşuyor:
"....başta htv (Halk TV) olmak üzere özellikle medya patronlarını tek tek not aldığımızı, yeri ve zamanı geldiğinde de burunlarından fitil fitil getireceğimizi duyurmak istiyorum."
Sağıma, soluma bakınıyorum. Sağım boş, solumdaki kanepede eşim oturuyor.
Tık yok.
İçeride bir başka gün:
Ev halkı her akşam olduğu gibi yine tv başındayız.
Güney komşumuz Suriye karıştı. Oluk oluk kan akacak yine. Beklediğim gibi olmuyor. Suriye'nin her bir yerinden yola çıkan halk(!), Şam'a namaz kılmaya gidiyor. Komşu ülkelerden gelenler de karışıyor aralarına.
Dert beni alıyor yine. Benden başka mırıldanan yok:
"Tufan öncesi sessizlik."
İçeride bir başka gün daha:
Kümeste iki tavuk gibiyiz. Zaman geçtikçe tavuk, anaç tavuk oluyor da horoz, horozluğunu unutuyor, tavuklaşıyor.
Oturduğumuz yerde uyku bastırıyor. Gördüğüm düş, düşe benzese bari.
Adamın elinde kılıç, başında sarık, sırtında cübbe. Yeni yıl köprüsünün başında bekliyor. Köprünün bir başında Deli Dumrul, bir başında o. Dili, dilimize benzemiyor:
"O haram, bu haram, şu haram!.."
Benim haram saydıklarımın uzağından bile geçmiyor.
İçeride bir başka gün daha:
Asgari ücret açıklanacak.
Eşimle bahse giriyoruz. Kaybeden 100 TL verecek. Ben 23.000 TL olur diyorum, eşim 25.000 TL olur diyor. Bahsi ben kazanıyorum.
Asgari ücret 22.104 TL olarak açıklanıyor.
100 TL kazandığıma sevinemiyorum.
İçeride yine bir başka gün:
Eskiden kuruyemiş olurdu sehpalarda, masada. Kimi geceler kestane bile közlerdik.
Bu gece ev kalabalık. Çocuklar, torunlar geldi çünkü. Ailemizi bu halde görünce o ünlü "Penguen Belgeseli" geliyor aklıma. Gülümsediğimi bir ben görüyorum.
Evde penguenler gibiyiz.
Bugüne dek hiç sesi çıkmayan eşimin dili çözülüyor, ağzından çıkan, dudaklarından dökülen o cümleyi duyuyorum:
"Gelen yıl, giden yılı aratacak!"
Bir kez daha anlıyorum ki, kadınlar daha iyi görüyor ileriyi. Önlerindeki en büyük engel, biz erkekler.
Uzun yıllar "içeri kışı" yaşayacağız daha. Dışarıdaki güzellikleri göremeyeceğiz.