I

Harflerle kediler arasındaki örtüşme artık şaşırtmıyor beni. Kedi yürüyüşü harflerin.

Harf tayfası sana, bana, bize ait olmadıkları gibi kendilerine de ait değiller. Yazıya inmiş yıldızlar desek yeridir. Hem kendi etraflarında hem de birbirlerinin etrafında dönüp dururlar. Bizim onlara bakış açımızla, onların bize bakışı başat çelişmesidir yazının.

Ah dedi kendi düşünü kuran o harf, şükür kavuştum aşka… A hâlindeydik ışığın…

Kurulan bir şey olması düşlerin insanın birey olma yolculuğunda ilk farkındalıktır belki de. Düşünmenin sınır ötesine yolculuk.

Söylemesi bile zor şeydi, yazının yol hâli… Serencam çilesi ışığın harflerce…

II

Şarkı söylerken dans etmesi

Kendine benzemesiydi harflerin

Düş-altı tünelleri şüphesiz

O saklı kâinatı yazının

III

Kendi acılarımızı da anlamamız gerekir. İlk boyutta hissedilen o şeyin, aklın süzgecinden geçmesi. Acı, salt duygu boyutunda kaldığında kaçınılmaz son, vücut direncinin düşmesi olacaktır. Psikolojik savunma duvarı yıkılır.

Kaçmak, bir korku sonucu olur çoğunlukla. Kendini savunamayacağını anlayan her canlı korkar ve kaçar. Acı ise bütün bunlardan farklı bir duygu yoğunluğudur. Sıcağı sıcağına verdiği duygunun ötesinde dip balığıdır belleğin. Şarap gibi yıllandıkça etkisi artar. Bir sebebin sonucudur ama acı. İşte burada insanın kendine karşı samimi olmasıyla o sebeple yüzleşmek mümkündür. O sebebe ve kendimize dışarıdan bakabilmek bir açı, bir mercek derecesidir. Eğer o açıyı tutturamazsak yanılgı ve yenilgi kaçınılmaz olacaktır. Acımızla yüzleşmenin bir bedeli vardır şüphesiz ve onu sadece biz ödeyebiliriz.

Çeken ve iten etkisiyle kokular hayat yolculuğumuzda bizim tercih eşiklerimizdir hem ışık ve renk hem de uçurum ve korku olması bir kokunun.

Belleğe kendinden başka ne çok kayıt düşüp de uçup giden o şey. Neye benzer diye düşünürseniz en çok aşka da benzer koku, nefrete de o çağrışım şifresi.

IV

!970’li yılların ilk yarısı… İstanbul’da Beyazıt’ta Küllük diye bir yer vardı. Eski Küllük değil. Sadece isim benzerliği. Eski Küllük Kapalıçarşı çıkışı ile Sahafların ve İstanbul Üniversitesi’nin yakınında bir buluşma noktası, bir adres. Beyazıt meydanı ise uzun yıllar kültür-sanat ve siyasetin tanığı bir yer. Küllük Kahvesine gidenler arasında kimler yok ki, Reşat Nuri’den Sait Faik’e, Yahya Kemal’den Nazım Hikmet’e müdavimleri olan bir yer.

1970’li yıllardaki Küllük ise Marmara sinemasının yanında merdivenlerle çıkılan geniş bir mekân. Bir bölümünde çay, kahve içilir, oyun oynanırdı. Diğer ise öğrenciler ders çalışırlardı.

İşte ders çalışılan bölüme ben de giderdim. Arkadaşlar tembih ederlerdi, sen bizden erken gelirsin, sobaya yakın masa tut, diye.

İşte öyle bir sabah kahveye girdiğimde sobaya yakın bir masaya giderken koskoca yerde birkaç öğrenci vardı. Tam masayı seçmiş oturacaktım ki bir kokuyla içim dışıma çıktı. Midem bulanmaya başladı. Yakın bir masada oturan kız öğrenci öyle bir koku sürmüş ki yıkanmış sanki. Kahve kalabalıklaşıp da sigara içilmeye başladığında o koku duyulmaz oldu.

Gel gör ki ne zaman sokakta o kokuyu süren biri yanımdan geçse, ne zaman otobüsün kalabalığında o kokuyu duysam aynı durumu yaşar oldum. İçim dışıma çıkıyordu, bir mide bulantısı ki…

Zaman içinde o koku moda olmaktan çıktı da kurtuldum.

Bir arkadaşla koku üstüne sohbet ederken onun da bir koku anısı çıktı geldi masaya. Yeşil sabunun yaygın kullanıldığı dönem. Dedesi yeşil sabunla yıkarmış saçlarını. Gel zaman git zaman, bir erkek arkadaşı olmuş. “Bir koku var” diyor “Bana itici gelen.” Hatırlamış sonra o kokunun dedesini çağrıştırdığını. “Resmen dedem gibi kokuyordu” dedi. Soran gözlerle baktığında yanıtladı, “Bıraktım o genci” dedi, “Dedem gibi kokan birine sarılamazdım.”