Ailede geçim çarkının sağlıklı ve düzenli bir biçimde döndürülmesi için, yediden yetmişe değin herkese iş düşerdi. Ailede iş bölümü aile büyüklerince düzenlenir aile bireylerinin kimi çifte çubuğa, kimi bağa bahçeye, kimi gurbete, kimi de benim gibi oduna giderdi ev geçimine katkı için. Küçük ailelerse bu işi sırayla yapar; bir işten ötekine koşturup dururlardı. Özellikle bahardan son güze değin, gündüzler geceye, geceler gündüze karışırdı onlar için.

Harmanların hazırlanma zamanı da, meşe kıyımının en yoğun olduğu dönemdi.

Köyümüzde her yaz döneminde yüze yakın harman kurulurdu. Ekinlerin sürülmesi için hazırlanan onlarca harmanın doğu yanı açık; güney, batı ve kuzey kıyısı dallı yapraklı meşeden yapılmış çitlerle çevrilirdi. Karadağ’dan kesilen meşe fidanlarının en düzgünleri çit yapılmak üzere yük yük köye, harmanlara taşınırdı. 

Önce kol kalınlığında, 2,5-3 metre uzunluğunda meşe sırıkları hazırlanırdı. Bunlar, harmanı batı yanından yarım bir çember oluşturacak biçimde, yarımşar metre aralıklarla toprağa çakılırdı. Bu sırıkların araları da dallı meşe filizleriyle sıkça örülürdü. Yel doğudan estiği için harmanın doğu tarafı açık, batı tarafı çitle çevrilmiş olurdu. Dövenlerle sürülüp ezilen ekin sapları samana dönüşünce, som yığını yapılırdı. Ekin tanelerinin samandan ayrılması için bu som akşam yelinde yabalarla savrulurdu. Ekin taneleri samandan böyle ayrılırdı. Savrulan samanı rüzgâr alıp götürmesin diye kurulurdu bu çitler. Her yıl dağda, dönümlerce alanın meşe fidanları kesilir, çit yapımı için harmanlara taşınırdı. Harman işi sonlanıp, samanlar da çetenli kağnılarla evlere taşındıktan sonra sıra çitlere gelirdi. Çitler sökülüp evlere taşınarak, yaptığı işlevleri ödüllendirilmek(!) amacıyla kışın soba ve ocaklarda yakılırdı.

O yıllarda ders kitaplarımızda Mehmet Emin Yurdakul’un nefis bir şiiri vardı. Salt defterlerimize değil, ezberleyip belleklerimize de yazmıştık o şiiri. Aradan bunca yıl geçmesine karşın, o günkü gibi belleğimdedir hala. 

 “Sakın Kesme” adlı bu şiir şöyleydi:

 Ey hemşeri, sakın kesme! Yaş ağaca balta vuran el onmaz;

Bu kütükler 'Nice yıldır, hiç birine kervan gelmez, kuş konmaz'

Bunları kes, o baltanla. Şu çürümüş ağaçları yere ser.

Yazık, günah olmaz mı ki, çıplak kalsın bu zümrüt yurt, şirin yer.

Bak, sizin köy şu yemyeşil koruluğun gölgesinde ne güzel!

Gönülleri açmadadır yaprakların arasından esen yel.

Hem dünyada en birinci borç değil mi her kula,

Bir tohumu fidan yapmak, fidanı da bir orman?

Eğer böyle olmasaydı ne kalırdı oğula:

'Mirasımı artır' diye öğüt veren Atadan?

Sakın kesme! Her dalında bir güzel kuş ses versin.

Sakın kesme! Gölgesinde yorgun çiftçi dinlensin.

Sakın kesme! Şu verimli köye kanat, kol gersin.

Sakın kesme! Aziz vatan günden güne şenlensin.

*   *   *

Her gün fırından alıp yediğimiz ekmeğin o uzun serüvenini de kısaca anlatmak isterim bugünkü yeni kuşağa.

Geçmişte, çocukluk yıllarında bugünün traktörleri ve modern (çağcıl) tarım araçları yoktu Tarlalar, öküzlerin çektiği karasabanlarla sürülürdü. Sürülen tarlaya ekilen tahıl, bahara doğru çimlenip yeşererek boy verirdi toprakta. Sonra başak tutar, yaz sıcağında olgunlaşıp, sararırdı. Ardından tırpanla biçilen ekin demetleri yığın yapılırdı. Bir süre de böyle kuruyan yığınlar, yine o cefakar öküzlerin çektiği kağnı arabasıyla, farklı uzaklıktaki tarlalardan çetin dik yolları da aşarak taşınıp köy önündeki hazırlanmış harmanlara getirilirdi. Yine öküzlerin çektiği dövenle sürülürdü. Döven, altlarına çakmak taşı çakılmış iki enli kalın tahtadan oluşurdu. İşte o keskin çakmak taşları ekin saplarını ezer, saman haline getirirdi. Sıyırgı ve yabalarla öbek yapılan bu taneli samana, ‘som’ adı verilirdi. Akşam yelinde yabayla savrulan bu somun, ekiniyle samanı birbirinden ayrılır. Elde edilen saman ve ekin, Bu kez de evlere taşırdı. Saman hayvanlara kışlık yiyecek olarak samanlıklara,  ekin de yıkanıp temizlenerek, ambarlara konulurdu. Eninin bir bolümü de değirmende öğütülüp un olurdu. Undan da ekmek yapıldığını biliyoruz zaten.”

 Salt kırsal kesim insanları değil, hayvanları da çileliydi köylünün. Bu gün kentlerde fırından kolayca alıp yediğimiz ekmeğin, işte böylesine uzun ve çetin bir serüveni vardı. Bunu kent çocukları bilmezler. 

Bu uzun ve çetin serüvenin çilesini bizim babalarımız, dedelerimiz sürekli yaşarlardı. Şimdiyse teknolojik gelişmeler nedeniyle üretim araçları çağcıllaştı. Koşum hayvanları olarak nitelendirdiğimiz öküzlerin ve mandaların çektiği kağnıların, karasabanların yerini traktörler; orak ve tırpanın yerini de biçerdöverler aldı. Su değirmenleri ise yerlerini elektrikle çalışan un fabrikalarına bıraktı. Makineleşme işleri kolaylaştırdı. 

Bilimde, fende, teknolojideki gelişim gibi, tarım alanındaki makineleşme de insana bir açıdan rahat yaşamayı getirirken, ne yazık ki insan sıcaklığıyla birlikte, birçok güzelliği de alıp götürdü.

-BİTTİ-