Çok eski yıllarda, krallıkla idare edilen bir ülke varmış.
Ama bu ülkede, hukuk da varmış, adalet de varmış, yargıç gibi yargıçlar da varmış…
Ve bu ülkenin törelerine göre her insanın ölümü, çan çalınarak duyurulurmuş.
Bir gariban öldüğünde bir kez, eşraftan biri ölürse iki kez, büyük bir devlet adamı ölürse üç kez çalınırmış dev çan…
Ya kral?
Kral ölürse de dört kez çalınırmış çan.
Gel zaman git zaman; kentte bir olay olmuş, iş mahkemeye intikal etmiş.
Davanın sanığı olarak mahkeme huzuruna çıkarılan kişinin masumiyetini; değil tüm kent halkı, deyim yerindeyse sağır sultan bile bilmekteymiş.
O nedenle kent halkı, bu davaya, bir formalite yargılaması olarak bakıyor; sanığın, eninde sonunda aklanacağı inancıyla, davayı umursamıyormuş.
Ancak, sonuçta sürpriz bir karar çıkmış, sanık para cezasına mahkûm olmuş.
Yargıç sanığa sormuş;
- Bir diyeceğin var mı?
Sanık, “hayır” demiş, “Hiçbir diyeceğim yok...”
Mahkeme bitmiş, izleyiciler endişeli bir ruh haliyle mahkemeden ayrılmışlar..
... ...
Bir süre sonra o dev çanın sesi duyulmuş.
“Acaba kim öldü?” diye sormuş herkes birbirine, kimse bilememiş…
Çan ikinci kez çalmış; “eşraftan biri öldü herhalde…” demişler.
Çan üçüncü kez çalmış.
İnsanlar, “Hımmmm… demek devlet büyüklerimizden bir öldü…” demişler.
Ancak onlar böyle düşünürken; yeri göğü inletircesine, dördüncü kez çalmış çan.
Halk paniklemiş; “Eyvah!” demişler, “Kralımız öldü…”
İnsanlar, “Kralımız öldü” diye dövünürken; çan, beşinci kez çalmaya başlamış.
Böyle bir şey ne görülmüş, ne duyulmuş.
Herkes şaşkın, anlamsız gözlerle birbirine bakıp dururken; beşinci kez çalan çanın sesi yankılandıkça yankılanıyormuş kentin semalarında... sonra kesilmiş sesler.
Çan sesinin yerini, insanların uğultusu almış.
İnsanlar daha çok paniklemişler.
Herkes, beşinci kez çalan çanın nedenini öğrenmek için, çanın bulunduğu yere doğru koşuşturmaya başlamış.
Bir de bakmışlar ki, çanı, çan görevlisi değil, mahkemenin az önce haksız yere mahkûm ettiği adam çalıyor.
Sormuşlar; “Neden çanı beş kez çaldın, kralımızdan daha büyük birisi mi öldü?”
Aldıkları yanıt şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu kadar da anlamlı olmuş.
“Evet!...” demiş, çanı çalan adam, “Adalet öldü!…”
* * *
Şimdi bu öyküyü durduk yere niye anlattım?
Dün 10 Kasım’dı…
Ben her 10 Kasım’da, Saat 9’u 5 geçe; iki elim kanda da olsa, bulunduğum yer, bulunduğum ortam neresi olursa olsun; Ulu Önder Büyük Atatürk’ün manevi huzurunda saygı duruşuna geçer; ona “Türkçe dualar” gönderir, minnet ve şükran duygularımı sunarım.
Dün de öyle yaptım.
Saat 9’u 5 geçe, sirenler çalmaya başladı; ben de Ulu Önder’in manevi huzurunda saygı duruşuna geçtim.
O an aklıma bu öykü geldi, doluktum; iki damla yaş süzüldü gözlerimden…
Son yıllarda, 10 Kasım’larda çalınan sirenler, beni daha çok etkiler oldu.
Artık sirenler, alışılmışın ötesinde, daha bir acı, daha bir uzun çalınıyor gibi geliyor bana…
Sanki... sanki, ölen başka değerlerimiz için adalet için, hukuk için, adil yargılama için çalınıyor gibi geliyor bana bu sirenler...
Yazarın özel notu. Adaletsizliği önleyecek gücümüzün olmadığı zamanlar olabilir ama ; adaletsizliğe itiraz etmeyi beceremeyeceğimiz bir zaman, asla olmamalıdır!..
Elie Wiesel (Nobel Barış Ödülü Sahibi)