Geçtiğimiz Pazartesi, Neşet Ertaş Usta’nın, ölüm yıl dönümü idi. Bunca hengâmenin arasında atladık.
Gecikmeli de olsa, o görevimi, bugün yerine getirmek istiyorum.

Çok yazdım, çok dillendirdim.

Onu dinlediğim ilk günden bu yana Neşet Usta’nın hayranıyım.

Nasıl olmam?

Rahmetli’nin tahsili bile yok. Ama pek çok diplomalıyı cebinden çıkaracak kadar kültürlü ve doyumlu.

Kendi kendini yetiştirmiş, okumayı yazmayı kendi kendine öğrenmiş.

Öyle sözcükleri bir araya getiriyor, öyle güfte ve bestelere imza atıyor ki; hiçbir tahsili olmayan bir kişi nasıl böyle eserler yaratıyor şaşıp kalıyorsunuz.

Deyim yerindeyse cahil bir babanın cahil evladı.

Ama yine deyim yerindeyse haza beyefendi, haza saygı abidesi.

Şu ifadeye bir bakın.

Bir konserinde elini kalbine götürüyor ve diyor ki; “Burası var ya burası…” diyor. “Burası taşa, toprağa gerek kalmadan insanın gömüldüğü tek yer…”

Kolay mı bu sözcükleri bir araya getirmek.

Benim diyen bir insan böyle bir cümle kurabilir mi?

Gizli bir güç söyletiyor sanki bu güzel tümceleri…

Konserlerine tüm düğmeleri ilikli ceketsiz çıkmıyor. Sıcaktan bunaldığı zaman da ceketinin düğmeleri açmak için seyirciden izin istiyor.

Şu beyefendiliğe bakar mısınız?

Şimdi böylesine birikimli, hemen her konuda dolu dolu bir sanatçıyı anlatmak kolay mı?

Kolay değil elbet.

Ama ben deneyeceğim.

*    *    *

O, hayatı türküyle kucaklayan, hayata türküyle tahammül eden, türküyle öfkelenen; Karacaoğlan’lardan, Pir Sultan Abdal’lardan gelen bir geleneğin, son temsilcisiydi.
O, türküyü çığlığa dönüştüren, yaşayan türkücülerin tartışmasız en büyüğü idi.
O, bozlağın son sesi; O, bozkırın çoraklığını, yalnızlığını ve yoksulluğunu bir çığlık gibi haykıran adamdı.
O, bozkırların tezenesiydi…
O, garip olmanın, acı çekmenin, çile doldurmanın, yokluğu yaşamanın, alçak gönüllülüğün ve de sadeliğin adıydı...
O, türküleri büyük kentlere taşıyan, yaptığı bozlak ve hançeresinden çıkan ses nedeniyle; Avrupa’nın, hatta Japonya’nın çeşitli üniversitelerinde araştırma ve doktora tezi konusu yapılan Muharrem Ertaş Usta’nın oğlu ve çırağı idi.
O, 500’den fazla beste ve güftenin sahibi, büyük saz ve yorum ustası Neşet Ertaş’tı.

*    *    *

Bildiğim kadarıyla O, ödüllü bir sanatçı değildi; çünkü “ödülü bana halkım veriyor” diye ödül kabul etmezdi.
Devlet sanatçısı da değildi; çünkü kendisine verilen devlet sanatçısı ödülünü de; “ben halkın sanatçısıyım” diye geri çevirmişti.
Alçak gönüllük ötesi bir insandı O.
Hayattayken de, ölümünden sonra da; şarkıcısı, türkücüsü, popçusu, cazcısı, herkes ama herkes onun türkülerini, onun ezgilerini okudu, okumaya da devam ediyor.
Çünkü halk, onun eserlerini unutmadı, unutmuyor, onun eserlerini istiyor.
*    *    *
Acıları, dertleri, sevdaları, elemleri, sitemleri; türkü olup dökülürdü Rahmetlinin dilinden...
Ben, en güzel sevda türkülerini, ondan dinledim...
Türkülerimizin pek çoğunu, onun yorumladığı biçimde, onun yorumuyla sevdim...
O ne zaman, “...Gönül Dağı...” dese; o ne zaman, “...Mühür Gözlüm...” diye seslense; o ne zaman, “...Kendim Ettim Kendim Buldum...” diye hayıflansa; o ne zaman, “...Göynüm Hep Seni Arıyor, Neredesin Sen?...” diye sorsa; hep içim titredi, hep yüreğim üşüdü, hep gözlerim sulandı...
… …
Neşet Ertaş’ı, canlı olarak ilk kez; Ankara’da bir açık hava konserinde izlemiştim... Bunaltıcı bir Temmuz akşamıydı...
Usta, tüm düğmeleri ilikli ceketiyle çıktığı konserine, uzun süre bu halde devam etti...
Sonra bunaltıcı sıcağa dayanamayınca; (sanki büyük bir kusurmuş gibi) utana sıkıla seyirciden özür diledi. “...Eğer saygısızlık olarak kabul etmezseniz, ceketimi çıkarabilir miyim?” diye izin aldıktan sonra çıkardı ceketini...
Ürperdiğimi, yine yüreğimin üşüdüğünü, yine gözlerimin sulandığını anımsıyorum...
Bu topraklar, bir Neşet Ertaş daha yetiştirebilir mi, bilmiyorum.
Çünkü ancak Neşet Ertaş olarak doğuluyor; sonradan Neşet Ertaş olunmuyor.
O, bir yanıyla saz çalıp söyleyen; yüreğini ve aklını müziğe yatıran; ama bir o kadar da, bilge ve gönül adamı olma özelliğine sahip; koskoca bir Gönül Dağı’ydı.
O, büyük bir saz ve ses ustası; O, çok büyük bir yorumcuydu.
Dün sanal ortamda gördüm; “Benim için öldü demeyin; yoruldu, gitti deyin…” demiş.
Biz de öyle diyelim; o ölmedi, yoruldu, dinlenmeye çekildi
Işığı bol olsun.