Yazıyla bisiklete binmek arasındaki örtüşme… “… bisiklete binmek zamanı idare etmeyi öğrenmektir” der Marc Augé, “Hem günün ya da etabın kısa zamanını hem de biriken yılların uzun zamanını.”
Bisiklete binmek nasıl süreklilik isterse yazı yolculuğu da süreklilik isteyen bir uğraştır. Harf pedallarını çevirdikçe giden bir yazı nasıl da özgürlüktür, anlatamam. Harf-sözcük aralarından geçersiniz bir vakitten bir vakte. Çocukluktan ilk gençliğe geçiş kaç dize, kaç satırdır ki?
Yazı yokuşa geldi mi yoracaktır sizi şüphesiz. Ancak her yokuşun bir de inişi vardır, hiç pedal çevirmeden gider yazı. Bisikletle yola çıkmak nasıl kendi rüzgârını yaratmaksa yazı da kendi rüzgârını estirecektir.
Yazıyla bisiklete binmek arasındaki ilk ilişkiyi Pertevniyal Lisesi’ndeki edebiyat öğretmenim kurmuştu. Elli yılı aşkın bir kök hücre ilişkisi.
Lütfü Göngör aslında tarih öğretmeniymiş. Tarih yazılısı okumamak için edebiyat derslerine girermiş. Boyunun kısalığı yüzünden de lâkabı “çaydanlık”.
Ders anlatmayı sevmeyen bir edebiyat öğretmeni, hem de edebiyat şubesi sınıfında. Bir de II. Abdülhamit hayranlığı vardı ki tarife gelmez. Hemen her derste ne yapar eder sözü Ulu Hakan’a getirir, methiyeler düzerdi.
Lise ikide ilk yazılımızı olmuştuk ki aldığımız notları merakla bekliyoruz. Not defterini cebinden çıkardı ve yazılı notlarımızı okumaya başladı. “Şu mumerodan şu numeroya 3, şu numero 4, şu numeradan şu numeroya 3, şu numero 5…” Yazılıdan dört alan nadir öğrencilerden biriydim.
Bir edebiyat ve okuma seven olarak çok üzüldüm. Bir de bunun karneye yansıması var ki gel de anlat babama. İçime bir acıdır çöktü.
İkinci yazılı sonuçları da aynı filmin tekrarıydı. Türkçe-Kompozisyon desek o da aynı senaryo.
Karne günü yaklaşırken ilk iki yazılı sonucuna göre, üçüncü yazılı sonuçlarını okumamıştı bize, karneme edebiyat 4, Türkçe Kompozisyon 4 gelecekti.
“Karne nasıl gelecek?” diye sorduğunda “Edebiyat ve kompozisyon 4…” dememle nasıl kızdığını anlatamam. “Cebir, geometri desen anlarım… Bu ne biçim not… Niye çalışmıyorsun” dedi.
Ne kadar anlatmaya çalışsam da dinlemedi.
Derslere evde kendimce çalışsam da hiç sözlü sınav yapmazdı Hoca. Zaman zaman sınıfa ortak sorular sorar, ben de parmak kaldırıp cevaplardım. Bazen de “Numeron kaç?” diye sorar, cebinden çıkardığı not defterine ceketinin göğüs cebinden çıkardığı küçük parmak kadar bir kurşun kalemle eski yazıyla bir şeyler yazardı.
Zaman su gibi aktı ve karnelerimizi aldık. Karne notlarıma bakmaya aşağıdan başladım. Çünkü edebiyat ve kompozisyon en tepede ve nasılsa dört gelecek. Edebiyat notumun 5 olduğunu görünce kimseye ses etmedim. Sınıfın çoğunluğunun karne notu 3’tü. Karnemi usulca çantama koyup sınıftan çıktım. Sınıftaki kalabalığın öfkeli sesleri koridora geliyordu.
Şans işte, lise 3. sınıfta da aynı edebiyat öğretmenini görünce nasıl canım sıkıldı, anlatamam.
İkinci yarıyılda bir kompozisyon yazılısından 5 almışım. Arkamdaki sırada oturan ve siyaseten hocaya da yakın arkadaşın kâğıdına batım. 7 almış… Kâğıt kırmızı kalemle yapılan düzeltmelerden bayrak rengine dönmüş, kıpkırmızı…
Parmak aldırıp “Hocam, bana 5 vermişsiniz” dedim. Aldığım cevap, “Ne olmuş ki?”
Arka sıradaki arkadaşın kâğıdını alıp kaldırdım, “Bu kâğıt kırmızıdan bayrağa dönmüş 7, bana 5 vermişsiniz.”
“Getir kâğıdını” dedi. Kendimden emin kürsüye gittim. Sınav kâğıdına hızla bakan Hoca, “Devrik cümleler kurmuşsun. Daha bisiklete binmesini bilmeden akrobasi yapıyorsun. Geç yerine…” diye azarladı.
İşte o gün yazı ile bisiklet arasındaki ilk dersimi almış oldum. Bisiklet nasıl bir denge işiyse yazı da bir denge sanatıdır. Hem gücünüzü hem de güçsüzlüğünüzü gösterir size.