“Hoşça kal Büyükbaba.”
“Güle güle gidin ve dönün çocuklar!”
Çocuklar sevinç içinde bahçeden çıkıp yönlendiler Yayla’ya, Zeyneplerin eve doğru. Önce Gamsız karşıladı onları sevinçle. Hepsini tek tek kokladı. Onlar da Gamsız’ı sevip okşadılar. Zeynep de onları bekliyormuş. Zeynep’in dedesiyle, babaannesinin hatırlarını sorup, gönüllerini aldılar. Sonra Zeynep’le birlikte Evkaya Deresi’nin yolunu tuttular. Tepeye çıktıklarında yolun kıyısındaki iri bir meşe ağacının altına oturdular.
“Piknik için nereye gideceğiz Zeynep?” diye sordu Cemre. “Bir yer tasarladın mı bari?”
“Ben de onu düşünüyorum zaten. İstiyorum ki gezimiz heyecanlı, coşkulu ve ilgi çekici olsun.”
“Rehberimiz sensin,” dedi Özgün. “Elbet güzel yerler görmeli, heyecan ve coşku yaşamalıyız biraz da.”
“Geçen yıl Kemerin Dere’nin öte yanında bir mağara keşfetmiştim. Sizi oraya götüreyim mi? Ne dersiniz ha?”
“Mağara mı dedin?” dedi Emre.
“Evet mağara…”
“Sen girdin mi o mağaraya?
“Yalnızdım. İçerisi çok karanlıktı. Üstelik, yanımda el lambam da yoktu. Onun için girememiştim. Ama şimdi hazırlıklıyım.”
“Nasıl yani?” dedi Cemre.
“Çantamda dedemin el lambası var. Rahatça girebiliriz mağaraya.”
“Bizim çantalarımızda da var el lambası. Ama ben yine de korkarım öyle yerlerden.”
“Silahın da var mı?” diye sordu Emre.
“Ne Silahı?..”
“İçeride ayı, kurt falan varsa? Bize saldırırsa? Nasıl koruyacağız kendimizi?”
“Anneee!” dedi Cemre. “Ben girmem o zaman o mağaraya!”
“İlahi Emre. Çok şakacısın. Ne gezer mağara da öyle hayvanlar?”
“Ya varsa?”
“Varsa,” dedi Özgün. “Girmeden önce mağaranın içine seslenir; “İçerideyseniz çıkın dışarıya. Biz mağarayı gezeceğiz,” deriz.”
“Ay çok komiksin Prens Hazretleri!”
“Olmazsa sen dışarıda beklersin Prenses. Biz mağaradayken aslan kaplan gibi hayvanlar gelip de mağaraya girmek isterlerse; “içeridekiler çıkmadan dışarıdakilerin girmesi yasak” dersin, salmazsın içeriye.”
“Ay bir şeyler oluyor bana! Çatlatacaklar bunlar beni Zeynep!”
“Niye çatlıyorsun ki canım arkadaşım? Geziyi şimdiden şenliğe dönüştürdüler işte.”
Gamsız da konuşmalarını anlıyormuş sırayla konuşanlara bakıyordu.
“Öyleyse kalkın, gidelim o mağaraya. Ben çok merak ettim. Ne dersin Emre?”
“Gidelim derim Prensim. Ben de çok merak ettim.”
“Kalkın öyleyse.”
Kalkıp yürüdüler.
İlerde ormanın içinde yolları çatallandı. Sağdaki yol Evkaya Deresi’ne, suyun kıyısına iniyordu. İki gün önce piknik yapmışlardı orda. Onlar soldaki yolu izlediler. Evkaya’nın üst yanından dik ve kayalık bir yamacı aştılar. Kemerin Dere’nin alt yanından ileriye geçtiler. Zeynep geçtikleri yer konusunda bilgilendiriyordu onları. Derenin içi fundalık, yamaçlar meşelikti. Dereden yukarıya çıktılar bin bir zorlukla.
“Gördüğünüz gibi burada ormanlık alan sonlanıyor,” dedi Zeynep. “Dağın dorukları ağaçsız ve çıplak. Hayvanlar için otlaktır buralar. Bir bakıma Akdağ’ın doruğuna çıktık biz. Ama tam batımızdaki tepenin güneyinde, daha yüksek bir tepe daha vardır. Oraya da ‘Kırklar Tepesi’ denir. Buradan görünmüyor. Oraya çıkıldığında, Çorum Ovası bile görülebilir.”
“Mağara ne yanda?” diye sordu Emre.
“Kemerin Dere’nin öte yanında. Biz de derenin kıyısını açıktan izleyeceğiz. Dereye dalarsak, ağaçlardan, çalılardan, dallardan söküp çıkamayız.”
“Zeynepçiğim daha çok mu yolumuz?”
“On on beş dakikaya kalmaz ulaşırız Cemreciğim. Yoruldun mu yoksa?”
“Hava sıcak oldu mu insan hem çabuk yoruluyor, hem de susuyor.”
“Biraz oturup dinlenelim öyleyse.”
ağacın gölgesine oturdular. Omuzlarından çantalarını, çantalarından da suluklarını çıkardılar. Kana kana içtiler. Gamsız da sıcaktan dilini çıkarmış, kaba kaba soluyordu.
Bir süre söyleştikten sonra Emre ayağa kalktı:
“Bu kadar dinlenmek yeter artık, kalkalım. Ben çok merak ediyorum şu mağarayı.” (SÜRECEK)