Cemre ise:

“Kitaplar elimizde. En iyisi kitap okumak,” dedi.

“Ben yazacağım,” dedi Emre.

“Ben de …” dedi Özgün.

Öğleden sonra yola çıktılar. Karşılaştıklarını selamlayıp hal hatır sorarak yürüyorlardı. Köyün halkıyla iletişimi iyiydi Zafer Bey’in.

Son yıllarda gurbette emekli olup köye dönen Çıkrıklıların bir kısmı köye ev yaptırmış, bir bölümü de yaptırıyorlardı. Bu yeni evlerle köy, Kırambağ bahçelerin içine doğru ilerliyor; kimi evler yavaş yavaş bahçeli evlere dönüşüyordu

Köy çıkışında ‘Çıkrık Köyü Tarım Kredi Kooperatifi’ emeklisi İhsan Bey’le karşılaştılar. Evini, birkaç yıl önce Kırambağlar’ın giriş yerindeki bahçesine yaptırmıştı.

Selamlaşıp, hoş beşten ettikten sonra:

“Ne o Hocam,” dedi, “Torunlarla gezmeye mi gidiyorsunuz böyle?”

“Evet, İhsan Bey, gezmeye… Ali Dayı’mın Topraklık’taki bahçesine gidiyoruz.”

“Torunlarını çok seviyorsun herhalde?”

“Aaa! Bu da sorulur mu hiç? Torun olur da sevilmez mi iki gözüm? Sen sevmez misin torunlarını?”

“Sevilmez mi Hocam. Onlar evlat gülü. Onların sevgisi bir başka… Allah bağışlasın. Güle güle gidin.”

“Sağ olun. Allah herkesinkini bağışlasın.”

Köy çıkışında yol ikiye ayrılıyordu. Sağdaki, Mezarlıktan Bendaltın’a ulaşan Çorum yoluydu. Sola ayrılan yol ise, doğuya, Kırambağ bahçelerinin arasına dalıyor, Karey ve Kışlacık Köyü yönüne gidiyordu. Onlar da Kırambağlar yoluna saptılar. Yol kıyısındaki bazı bahçeler bakımsızdı yine. Göçün getirdiği yıkımdı bunlar. Çoğunun sahibi gurbetteydi.

Hava da olabildiğine sıcaktı yine. Yolun kıyısındaki ağaçların dalları yolları gölgeliyor, onları güneşin sıcağından koruyordu.

Zafer Bey bir çalışmasından aklında kalan şu iki dörtlüğü söyledi çocuklara:

“Duvarlardan taşıyor, ağaçların dalları.

Yeşil şemsiye gibi, gölgeliyor yolları.

Yeşilin bin bir tonu doğa gülümsemesi.

Ruhları coşturuyor, burda kuşların sesi…”

“Buraların görünümüne, nasıl da denk düşüyor bu şiiriniz Büyükbaba,” dedi Özgün.

“Biliyor musunuz çocuklar,” dedi. “Ben Kırambağlar yoluna, Albazbağlar yoluna, bir de Kuycak’tan İncirlik’e inen yola bayılıyorum. Neden derseniz; bu bahçeler arasından geçen yolları, iki yandan bir tufan gibi sarmıştır ağaçların dallarıyla birlikte, bin bir tür yeşilliğin güzelliği. Güneş ışığı yol bulup ulaşamaz geçtiğiniz yerlere. Bu yollar yeşilliklerden oluşmuş bir tünele benzemektedir. Gezmeye ve seyrine doyum olmaz açıkçası. Bir yeşil sevda gibi girmiştir yüreğime hakçası. Buruksu, hüzünsü bir mutluluğu yaşatırken; alır götürür beni çocukluk ve gençlik yıllarıma.”

“Anlatımınız da şiir gibi Büyükbabacığım,” dedi Cemre.

“Çevrenin güzelliği şairleştiriyor Büyükbaba’mı,” dedi Emre.

“Bir açıdan da,  insanın duygularını coşturuyor buraların görünümü.”

Bahçelik alanlar, Albazbağlar’a çıkan yol ayrımında bitiyordu. Dikensi bitkiler, yabanıl ağaçlarla kaplıydı yolun kıyısındaki bu taş duvarlar. Ve bu duvarların iki yanında, sınırları yer yer ağaçlarla bezenmiş tarlalar uzanıyordu. Yolun sağ kıyısında devasa bir ceviz ağacı vardı. Oldukça iri gövdesiyle, bir manda beli kalınlığındaki dallarıyla ve görkemli görünümüyle oldukça geniş bir alanı gölgeliyordu.

“Bu ağaca da ‘Kadı’nın Ceviz’ derler çocuklar,” dedi Zafer Bey.

“Ne kadar da büyük bir ceviz ağacı Büyükbaba, dedi Özgün. “Kim bilir kaç yaşında?”

“İki yüz yaşında vardır belki,” dedi Emre.

“Bilemiyorum ama daha da fazla olabilir. Bu da Çörekdede’deki meşe ağacı gibi, köyün anıt ağaçlarındandır.”

“Bir şiir de bu ceviz ağacı için söyler misin Büyükbaba?” dedi Cemre.

“Bu ceviz ağacının belli değildir yaşı.

Kim bilir kaç kez aştı, baharı, yazı, kışı?

Bunlar dilsiz tanıklar, neler gördüler neler.

Ah biz de bilebilsek! Dillenip söyleseler.

Bak hala üretimde, hala cevizleri var.

Pay alır kaç kuşaktan, çoğalan mirasçılar.”

SÜRECEK