“Şimdi bul da yakala,” dedi “Zaman neleri yok etmedi ki.”

“Zaman değil, ne yazık ki bizler yok ettik, doğayı kirleterek.”

Abdulkadir belini ovuşturarak kalktı.

“Öğle vakti yaklaşıyor Enişte,” dedi. “Çocuklar da acıkmaya başlamıştır yavaş yavaş. Siz oyalanın. Ben gideyim de mangalı yakıvereyim.”

“Olur,” dedi Zafer Bey. “Sen işine bak. Biraz sonra biz de geliriz.”

IRMAĞIN

GÖZYAŞLARI

Onlar da kalktılar.

“Biz de biraz dolaşalım,” dedi.

“Dolaşalım,” dedi çocuklar.

Abdulkadir piknik yerine, onlar da ırmak kıyısından aşağı doğru yürüdüler. Birden geçit vermez böğürtlen çalılarıyla kesildi yolları. Oradan tarlaya geçtiler. Ötelere doğru birçok türden sebzeler ekilmişti ama suya gereksinimleri vardı.

“Peşimden gelin çocuklar,” dedi Zafer Bey.

Tarla sınırını izlediler aşağıya doğru. Irmak boyu, iki kıyısını da tufan gibi saran yeşillikler arasında, söğüt ağaçlarıyla kaplıydı. Irmağın kirliliğini gizlemek istercesine, iki kıyıdan da perdelemişti onu.

Yeniden bir geçit bularak, ırmak yatağının kıyısındaki bir söğüdün koyu gölgeliğine oturdular. Burası ırmağın kuzeyden doğuya doğru dönemeç yaptığı; aynı zamanda, iki üç metre derinliklerde balıklarla buluştuğu yerdi. Yemyeşil su birikintileri çok kötü bir görünümdeydi.

Irmak ağlıyor, ağlıyordu da ne kimse görüyor gözyaşlarını; ne kimse duyuyordu hıçkırıklarını. Irmağın gözyaşları Zafer Bey’in içine akıyor, zehir gibi yakıyordu yüreğini.

“Keşke ırmakta su olsa da, suyu da temiz olsaydı,” dedi Emre.

“Temiz olsaydı da,  ırmakta balık da olsaydı,” dedi Cemre. “Yine balık tutardı Büyükbaba’mız.”

“Olsaydı demekle olmuyor işte,” dedi Özgün. “Ne duruma gelmiş baksanıza.”

Zafer Bey cebinden not defterini çıkarmış bir şeyler karalıyordu.

Emre Özgün’ün kulağına eğilerek:

“Yine bir şeyler yazıyor Büyükbabam” dedi.

Cemre’nin de dikkatinden kaçmamıştı Zafer Bey’in yazdıkları. Sessizce izlediler.

Defterini kapatır kapatmaz, Cemre:

“Yazdığını bize de okur musun Büyükbaba?” dedi

 “Biz de okumasını isteyecektik; Cemre bizden önce davrandı” dedi Emre:

Onlara sevgiyle gülümseyen Zafer Bey:

“Birşeyler karaladım ama üzerinde biraz daha çalışmam gerek.”

Zehirli atıklarla kirletildi ırmaklar.

Su her şeyi paklar da, ırmakları ne paklar?

Yazık ki hiçbir canlı yaşamıyor ırmakta;

Balıklar, kurbağalar, katilini sormakta.

Irmağın gözyaşları içimize akıyor.

Duyulmayan feryadı yüreğimi yakıyor.

Emre:

“Büyükbabam ırmağın durumunu betimlemiş.”

“Sahi Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Irmağı kimler kirletip bu duruma getirdi?”

“Bu ırmağın adı, Çorum Çayı, ya da Çorum Suyu’dur yavrum. Çorum çevresindeki dağlardan inen çay ve derelerden oluşur. Çorum’un batısından geçerek güneye yönelir. Derinçay adıyla İskilip ve Ankara Yolu üzerindeki fabrikaların ve sanayi tesislerinin arasından geçer. Arıtmasız fabrika ve tesislerin zehirli atıkları bu çaya akıtılır. Çayın suyu burada kirlenir. Sudaki canlı hayatın ölümü 1980’lerde başlamıştır. Bugün de tamamen bitmiştir. Çorum’dan Amasya’ya uzanan ırmak boyundaki kırk parça köy bu olumsuzluktan etkilenmektedir Köpük köpük zehir akan bu suyla sulanan arazi, bugün verimden düşmüştür. Elde edilen bitkisel ya da hayvansal ürünler eskisi gibi sağlıklı değildir. Bunlarla beslenenler ise, gelecekte çok önemli sağlık sorunları ile karşı karşıya kalacaklardır.”

Çocuklar etkilenmişlerdi.

“Irmakları, gölleri kirlettik,” dedi Özgün.

“Denizleri de kirletiyoruz,” dedi Emre.

“Bir yandan da ormanları, yakarak ya da keserek yok ediyoruz,” dedi Cemre.

“Keşke,” dedi Özgün. “Kirletenlerin hepsini toplayıp getirsek de onları şu kirli suyun içine batırıp batırıp çıkarsak. Ardından da: “İçin bakalım eseriniz olan şu suyu!” desek. Irmağı kirletmek nasıl oluyormuş bir anlasalar.

“Onları böyle cezalandırsak diyorsun öylemi?” Dedi Cemre.

“Belki o zaman kirletmezler doğamızı diyorum.”

“Bu kirletme böyle sürerken buna hala bir ‘dur!’ diyen yok mu Büyükbaba?” diye, sordu Emre.

SÜRECEK