24 Şubat 1962, Cumartesi.

Elimin üstü çok kötü. Yanık su toplamış durumda. Sabah yola inerek denk getirdiğim bir kamyonun sürücü yanında Sungurlu’ya ulaşıyorum. İlk işim bir eczaneye uğramak oluyor. Eczacıya elimi göstererek yanık için gazlı bez, pamuk ve yanık pomadı alıyorum.

Eczacı:

“Yanığı sakın sarmayın” diyor. “Yanık açık kalmalı.”

Sarmayayım da, yanık elimi dış etmenlerden nasıl koruyayım?

Bazı gereksinimlerimi de alarak akşam köye dönüyorum.

26 Şubat 1962, Pazartesi.

Gece sabaha kadar yağmur yağıyor. Odam çok konuksever! Yağan yağmuru tavandan damla damla içeriye alıyor. İki bardak çayla yağda pişirdiğim yumurtayı yiyorum. Elimdeki yanık berbat... Yaralarım çabuk kapanmıyor. İyi ki daha çok kullandığım sağ elimin üstünde değil yanık. Şimdilik sol elimi kullanamıyorum. Tüm yük sağ elimde.

Kalkıp odamın kapısını da örterek okul yoluna düşüyorum. Öğle ara vermesinde eve gelmiyor, okulda sınıfımda kalıyorum. Yağmur aralıklı olarak akşama kadar sürüyor.

Akşam okul paydosundan sonra eve döndüğümde ise, odamın orta yerini göllenmiş olarak buluyorum. Somyamın üzerinin akmaması benim için büyük şans. Bu suyu dışarı boşaltmak için boş bir kova gerek. Onu da nereden bulacağım. Aklıma pratik ve kolay bir çözüm yolu geliyor. Odanın göllenmiş bölümünün orta yerinden bir delik delerek suyu aşağıya, zemin kata akıtıyorum. Zaten orası boş ve kullanılmıyor. Sobayı bir kez tutuşturuyorum. İçeriyi biraz ılıtsın istiyorum ama ılıtmıyor. Bir kez daha dolduruyorum sobayı. 25 Kasım 1961 günü altı hayvan yükü olarak gelmiş olan meşe odunlarının büyük bir bölümü yanmış durumda. Yine de kalanını idareli kullanmak durumundayım.

Hava soğuk da olsa, ısınmak için yattığım yatakta düşüne düşüne esinleniyorum yine. Düşsel bir yavukluya bir şeyler yazıyorum. Sonra bu ölçülü, uyaklı bir şiire dönüşüyor.

Havalar kimi zaman çok soğuk olup dona çekiyor, kimi zaman da yumuşayarak çözülen donla birlikte yollar çamur deryasına dönüşüyor. Odada ısınamıyor, üşütüp sık sık hastalanıyorum. Dışarıda hava iyi olsa bile, odam güneş almadığı için buzdolabından farksız. Yağışlarda sürekli damladığı için de içerisi sürekli nemli. Yakacağım bol olsa yakar ısıtır ve kuruturum nemini. Ama bu mümkün değil. O nedenle havalar birazcık yumuşasa da odama girmeyi canım istemiyor.

3 Mart 1962, Cumartesi.

Maaşımı almak için Sungurlu’ya iniyorum.

Maaşımı alıp, Babama, Eşref’e bir de saatçiye para gönderiyorum. Akşam Sungurlu’dayım. Bazı gereksinimlerimle birlikte, öğrencilerim için bolca bayram şekeri alıyorum. Çünkü Ramazan bayramına 4 gün var. 

4 Mart günü de köye dönüyorum. Hava soğuk,  yollar batak derecesinde çamurlu. Taşıdığım yüküm değil, yolların çamuru yoruyor beni. Soğukta da köye ulaşıncaya kadar üşütüyorum. Odamın ise yüzü hep soğuk... Bir günden bir güne sıcak, ısıtıcı bir yüzle karşılamıyor beni. Yine buz gibi… Donduruyor insanı.  Hemen sobayı yakıyorum.  Peş peşe de odun atıyorum içine. Yakacağım azalmış ama artık baharın gelmesi de ırak değil.

8 Mart 1962 Perşembe

Bugün, Ramazan Bayramının ilk günü… Ailemden uzakta geçireceğim bir bayram daha. Öğrenciliğimde de birçok bayramı yalnız geçirdim. Bu, biraz daha farklı bir durum…

Yalnızlığın dayanılmaz derin yürek burkuntusuyla müthiş bir karamsarlığa kapılıyorum. Efkârımdan odamda, sigara üstüne sigara içiyorum.  Birden,  Cumhuriyet dönemi şairlerimizden Faruk Nafiz Çamlıbel’in bir şiirindeki şu dizeleri geliyor dilimin ucuna kadar.

“Karşı yüce dağlardan

Sonsuzdur benim tasam

Bekleyenim olsa da

Razıyım kavuşmasam.”

Benim de umut bağladığım, yolumu bekleyen bir sevgilim olsaydı da tek kavuşmasaydım, diye düşünürken birden, bir sevgili canlanıyor gözlerimin önünde. Yüz hatları, belli belirsiz. Onunla güzel bir bahar gününde el ele tutuşarak, yeşilin her tonuyla bezenmiş, bin bir tür ve renkte çiçeğe durmuş kırlarda gezdiğimizi düşlüyorum. Şen kahkahalarımız çınlatıyor doğayı. Sonra ağaçlar arasında koşmaya başlıyor bu düşsel sevgili. Üzerindeki giysisi kimi zaman kırmızıya, kimi zaman maviye, kimi zaman yeşile dönüşüyor. O simsiyah saçları rüzgar da dalga dalga. Ben de peşinden koşuyorum.  Onu yakalayıp kollarımın arasına almışken, film kopuyor.

Çünkü oda kapısının vurulması, beni bu tatlı düşlerimden gerçeğe döndürüyor. İlk bayram görüşçülerim iki kardeş öğrencimle babası. Buyur ediyorum, oturuyorlar. Adamın olabildiğince yoksul olduğunu biliyorum. Sırtındaki giysileri kırk yama, dökülüyor sanki.

Bu öğrenci velisiyle ilgili şeker sunumunda yaşadığım ilginç durumu da burada anlatmadan geçemeyeceğim.

(SÜRECEK)