Geç zamana kadar dedemi düşünüyorum. Dinlediğim anıları tek tek canlanıyor gözlerimin önünde. Öğretmen Mehmet ağabeyim dedemin anılarını yazmaya girişmiş ama yarısını bile yazmadan ara vermiş; bir daha da süreğini yazıp tamamlayamamıştı. Yazdığı da çok kısa özet bir anlatımdı. Bölük pürçük dinlediklerimiz de belleklerimizde. Zamanla onlar da unutulup gidecek. Keşke ağabeyim anılarının tamamını yazsaydı da, o anılar geleceğe aktarılabilseydi. Dedem gibi nice savaş gazisinin anıları da kendileriyle birlikte kara toprağa gitmiştir.

Ağabeyimin yazdığı notlardan yararlanarak, dedemin Sarıkamış’ta Ruslara tutsak düşmesi ve sürgüne gönderilmesi olayını kendi dilinden özet olarak vermek istiyorum:

“Tutsak düşüşümüzün ikinci günü akşamı Sarıkamış’a elleri bağlı olarak getirildik. Vakit tam gece yarısıydı. Kar, kış, soğuk ölümün bir eşi. (…) Yollarda çektiğimiz sıkıntıları anlatmak zor. (…) Rusların bize yolda yaptıkları işkenceyi tarif etmek imkansız. Yorulan ve hasta olan arkadaşlarımızı tüfek dipçiğiyle yürütmek istiyorlar; olmazsa süngü ile dürtükleyip kan revan içinde bırakıyorlar.

(…)

Bizi limeden yapılmış bir kışlanın içine doldurdular. İçerde ölüler pislik içinde yatıyor, yaralılar ise uzun uzun inliyorlar. (…)

İki gece aç ve susuz olarak orada kaldıktan sonra, sağlam olanlarımızı üçüncü gece dışarı çıkardılar. Gece karanlıkta, başımızda süngülü devriyeler olmak üzere bizi, karlarla kaplı çamlar içindeki açıklık bir alana götürdüler. Dörder sıra olarak karların üzerine oturttular.

O esnada başımıza geleceklerden habersizdik. Yarı uykuda, yarı uyanık gibiydik. Arka sıralardan Trabzonlu Vehbi Çavuş:

“Arkadaşlar, helallaşın. Tekbir ve selavatı şerife getirin. Ben Rusya’da bir iki sene kaldığım için dillerini iyi bilirim. Burada aslı Vanlı olan bir Ermeni Paşa var. Antrik Paşa. Onun emriyle bizi kurşuna dizeceklermiş. Başımızdaki muhafızlar öyle söylüyor. Bu dinsizin, bu işi yapmak istemesine muhafızlar bile üzülüyor.”

Karların üzerinde ölümün ne zaman geleceğini düşünerek sabaha kadar bekledik. Bu bekleyiş bizi çıldırtıyordu. (…)

Sonunda yine Vehbi Çavuş’un sesini duyduk:

“Müjde arkadaşlar. Ulu Tanrı bize yardım etti. Kurtuluşa ulaştırdı.”

Ermeni Antrik Paşa’nın yanında bir de Tatar Paşası varmış. Bizim kurşunlanmamızı istemiyormuş. Uzun süre tartışmışlar. Sonunda Moskova’daki Rus Çarı Nikola’ya telgraf çekilmiş. Çar Nikola verdiği cevapta:

“Hiçbir tutsağın burnu bile kanamayacak. Onlar “Katiller Kanunu” uyarınca Sibirya’ya sürülecek” demiş.

Bunun üzerine bizi sabahleyin Sarıkamış Tren İstasyonu’na indirdiler. Güneş yenice doğuyordu. (…)

Bir süre sonra o Tatar Paşası yanımıza geldi.

“Arkadaşlar” dedi. “Tutsak düştük diye üzülmeyiniz. Savaşta tutsak da olunur, tutsak da alınır. Dua edin ki Bulgar gibi acımasız bir devlete tutsak olmadınız. Tutsak olduğunuz Rus İmparatorluğudur. Bundan böyle sizin bir tüyünüze bile zarar gelmeyecektir. Din kardeşlerim! Tekrar ediyorum, üzülmeyiniz.”

Bizleri trene bindirip, elimize de birer ekmekle birer balık vererek sevk ettiler. Tren Kars’a doğru gidiyordu.”

18 Kasım 1961, Cumartesi.

Sungurlu’ya iniyorum.

Mutemetten aldığım 50 liralık borç parayla önemli bazı gereksinimlerimi alıp, köye dönüyorum. Havalar gittikçe soğuyor. Yalın giysilerim içinde üşüyorum. Hele de akşamları... Odam çok soğuk oluyor. Fazla oturamıyorum. Çoğu zaman bir şey hazırlayıp yemeden, erkence somyamdaki yatağıma girmek zorunda kalıyorum. Buna karşın yine ısınamıyor; geç zamana kadar da aç olduğum için uyuyamıyorum. Sabahleyin, içerinin neminin verdiği ağırlıkla zor kalkıyorum.

23 Kasım 1961, Perşembe.

Perşembe günleri, Sungurlu’nun pazarı... Sungurlu’ya gidecek pazarcıları götürmek için Alembeyli’nin arabası gelmiş köye. Sabah Yusuf uğruyor. Sungurlu’ya gidecekmiş. Bir ihtiyacım olup olmadığını soruyor. Param yok ki ne ısmarlayayım. Maaş gününe daha 10 gün var. Anlıyor sıkıntımı.

“Para işini dert etme,” diyor. “Geçen hafta ekin sattım. Ben de para var. Borç yiyen kesesinden yer. Maaşını alınca ödersin.”

“Çok sağ ol” diyorum. “Hiçbir şey istemiyorum.”

Babamın oğluna kahreder gibi biraz kahırlı söylemiştim. Öylesine canımdan bezgindim.

“Kuru kuru “sağ ol”la yürümüyor bu işler. Biliyorum, sen burada üşüyorsun. Sana bir soba alalım da akşamları yakar, içeriyi ılıtır, kendini de biraz ısıtırsın.”

“Sobada ne yakacağım ki?”

“Onun da çaresine bakacağız elbet. Başka ihtiyacın varsa onu da söyle, çekinme. Biz arkadaştan öte kardeş sayılırız.”

“Biliyorum. Biraz da gazyağı alır getirirsen sevinirim,”

“Tamam,” diyor. “Alırım.”

(SÜRECEK)