“Ne zaman ki uluslar kendi öz kimliğini terk eder, o an çöküşün başlangıcıdır.”
Bu ne atasözü ne de herhangi bir ünlünün veciz sözüdür. Bu bizim tarihimizin, gerek kanla, gerek terkedilen topraklarla, gerekse unutulan kimliklerle, tarihin imbiğinden süzülen acı bir gerçeği, özetidir.
Türkiye’nin Araplaşma hikâyesi, sadece son yirmi yıla ait değildir. Kökleri çok daha derinlerdedir. İşin mihenk taşı Yavuz Sultan Selim’in 1517’de hilafeti İstanbul’a taşımasıyla başlar. Egemenlik milletten, ümmete geçer. Aslında bu karar Osmanlı’yı bitirme sürecinin de başlangıcıdır.
Osmanlı, Türk kimliğini önemsemez, geri plana iterken, Arap coğrafyasını “necip millet” ilan ediyor. Bunun en açık göstergesi 2. Abdülhamit döneminde Arap vilayetlerine açıktan imtiyazlar veriliyor. Araplara birinci sınıf vilayetler ve yüksek maaşlı görevliler, Türklere ise sus payı ve ikinci sınıf uygulama.
Bu uygulamanın faturası ağırdı. 1916’da Mekke elden gitti. 1917’de ise Medine kuşatıldı. 1918’de de Suriye kaybedildi. İngilizlerle, Araplar işbirliği içerisinde Osmanlı ordusunu arkadan vurdular.
O dönemde cephede olan Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı eserinde olayı şöyle anlatır: “Suriye, Filistin ve Hicaz’da: ‘Türk müsünüz?’ sorusuna, ‘Estağfurullah!’ cevabını alıyordum.”
Şu an yaşananlara bakınca tarih yineleniyor mu? Demeden edemiyoruz. Erdoğan’ın geçen haftaki “Türk, Kürt Arap kardeşliği” söylemi, kulağa barışçıl gibi gelebilir. Uzun vadede işin arka planı büyük tehlikeler taşıyor. Asıl ereğin ulus devleti yok edip, ümmetçi bir kimliğin yeniden inşası hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor.
Durum sadece söylemde kalmıyor elbette, eylemlerle de perçinleniyor. Arapça dualar, Arapça tabelalar, Arapça sınıflar yaşamımızın ve kamusal alanın bir parçası adeta. 10 milyon civarında Arap kökenli göçmen demografik yapımızı alt üst etmiştir.
Nüfus dengeleri değişti.
CIA Ortadoğu Direktörü Graham Fuller, bu süreci yıllar önce şöyle özetlemişti: “Kemalizm bitti... Türkiye, İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünmelidir.”
(Graham Fuller, Yeni Türkiye Cumhuriyeti, 2008) Şu an bu hayalin gerçeğe dönüşme sürecini izliyoruz.
Oysa yıllarca önce İngiliz casusu T.E. Lawrence, Osmanlıyı Arapları kullanarak nasıl parçaladığını şöyle anlatır: “Osmanlı’yı etnik mozaiği birbirine karşı kullanarak parçaladım.”
Tarihin yinelendiğini gösteren bundan daha çarpıcı örnek olabilir mi? Bu defa hedef sadece toprak değil, aynı zamanda kitlelerin beynine hitap edilerek değişim cephede değil kimlik üzerinden yapılıyor. Türk kavramı küçümseniyor “Necip millet” hikâyesi gündeme sokuluyor.
Ulus değil ümmet, vatandaş değil cemaat, yurttaş değil sadakat isteniyor. Yarın yine yeni bir Fuller çıkıp,“Türkiye’yi parçalama başarısını, etnik ve mezhepsel farkları birbirine karşı kullanarak… ” derse şaşırmayalım.
Biz şaşırsak ne olacak ki, tarih şaşırmaz ve Tarih, uyaranların değil, uyarılara kulak tıkayan, hesaba almayanların yıkımlarıyla doludur.