Önce öyküyü birlikte okuyalım...
"Üniversitenin son günleriydi... Okulda en çok sevdiğim hocanın odasındaydım.
Bana, "Ne olmak istiyorsun? " dedi.
"Entelektüel olmak istiyorum" dedim.
"Senden entelektüel olmaz." dedi.
Çok şaşırmıştım. Biraz duraksadıktan sonra, kırgın ve alıngan bir ses tonuyla; "Dersinize önem veriyorum. 25 kişilik sınıfta 18 kişi bile dersinize girmiyor. Şu gördüğünüz okulda en çok okuyan öğrenci benim. Bir tek kişi daha gösterebilir misiniz benim gibi okuyan, araştıran ve sizinle sınıfın ortasında yeri gelince sert tartışmalara giren?" dedim.
Ciddi bir ifadeyle tekrar; "Senden entelektüel olmaz" dedi. İyice hiddetlenmiştim.
"İyi benden olmasın, Doçentlik tezlerine bile kaynak hazırladığım, konular önerdiğim şu gördüğünüz hocalarımızdan olsun!” dedim.
Profesör, gülümseyerek geriye yaslandı. Uzun uzun baktı. Ben hocanın en gözde öğrencisi olduğumu ve bu konuda tam aksi şeyler söyleyeceğini tahmin ediyordum.
İçimden, "Hoca'ya bak neler diyor!" diye geçiriyordum."Bak evladım" dedi." Senden çok iyi bir araştırmacı yazar olur. Ama entelektüel olmaz. Nedenine gelince, sana entelektüel olamazsın dediğimde, bana bir entelektüel gibi "Niçin olmaz? " diye sormadın, aksine bir kartal gibi kızdın, alındın ve hiddetlendin." dedi.
Hocayı dinliyordum dikkatle, bir yandan da ruh halimden kurtulup, ne söylediğini anlamaya çalışıyordum.
“Yazarlık bilgi işidir. Entelektüellik bilgi değil, davranış biçimidir. Bir insanın entelektüel olması için en az üç kuşak ailesinin okuması gerekir. Ben çok okuyan bir adamım. Ama entelektüel değilim. Hayata senin tepkilerini veriyorum. Evladım çok okuyan biri. O da yetmez. Ancak entelektüel olmaya ondan sonra gelecek nesillerle başlanır."
Hocanın söyledikleri kafama çakılmıştı.
"Şu okulun önüne bak. Hepsi son model araba dolu ve hepsi hocalara ait… Her iki senede bir de model yenilerler. Gerçekten böyle bir yenilenmeye ihtiyaçları var mı? Niçin bu şekilde yaşıyorlar. Çünkü o yüksek unvanlarla gördüğün hocalarının kariyerleri ve diplomaları ne kadar yüksek olursa olsun, ruhlarındaki insan bir feodal köylü. Güçlerini topluma kabul ettirmek için böyle hava atmak zorundalar. Gerçek bir entelektüel asla bu güdüyle hareket etmez." dedi.
Odadan çıktığım günden beri bu hayat dersi niteliğindeki konuşma, ne zaman TV'lerde büyük unvanlarla tartışan insanların bir anda ilkel, öfke krizlerine girerek birbirlerine hezeyanlarla saldırdıkları programları izlerken bir film gibi akar durur belleğimden…
*
Hayata sebep-sonuç ilişkileri bağlamında bakmak…
Evet… Bu öyküyü sosyal medyada okuyunca ben de çok etkilendim. Ülkemizde özellikle son dönemde yaşananları hatırladım. Medya öylesine egemen güçlerin borazanı durumuna geldi ki farklı bir düşünce önermek ve yorum yapmak adeta imkânsız hâle geldi.
Entelektüel, aydın olmanın bir üst aşamasıdır. Bırakınız entelektüel olmayı aydın olan kişiler bile bir konuyu tartışırlarken olguları sebep-sonuç ilişkisi bağlamında irdelerler. Bir futbol takımının fanatik bir amigosu gibi hezeyanlara kapılmazlar. Bir aydının ve/veya entelektüelin hayata bakışı bir doktorun hastasına yaklaşımı gibi olmak zorundadır. Sürecin sebep-sonuç ilişkileri bağlamında analizini yaparak çıkarımlarda bulunmak zorundadır. “Benim başkanım seninkini döver” edasıyla yapılan konuşmalar sadece tribünlere yapılan gösteriden ibarettir.
İşte bu noktada, daha geniş bir açıyla ülkemizde, özellikle 1950’den sonra yaşanan toplumsal sürece bakarsak gelinen sonucun sebeplerini görmemiz mümkün olabilir.
Türkiye, plansız bir şekilde yaşatılan bir makineli tarım politikaları sonucunda çok hızlı demografik değişim yaşamıştır. Kırsaldan kentlere göçmek zorunda kalan kitleler yarım asrı aşan süreçte kentli kimliğini edinemedikleri gibi kırsalda edindikleri sosyokültürel kimliklerini de yitirmişlerdir. Kentlerde ikamet etmekle kentli olmak arasında ne yazık ki pozitif bir bağlantı yoktur.
Girişte paylaştığımız öyküden yola çıkarak bir dar bölge araştırması yapılırsa görülür ki sırf akademisyenler arasında üç kuşaktır üniversite öğrenimi gören insan sayısı yüzde kaçtır acaba?
Gelinen bu sosyoekonomik ve sosyokültürel durum 1950’den sonra yaşanan plansız demografik hareketin sonuçlarından biridir. Bu fotoğrafın üzerine son birkaç yılda ülke nüfusuna eklemlenen Suriyeli göçmenlerin yaklaşık dört milyon nüfusunu da eklerseniz yakın bir geleceğin ne denli sıkıntılı geçeceğini söylemek için ne kâhin olmanıza gerek kalır, ne de derin siyaset bilimci olmaya…
İşte bu tehlikenin farkına varanların yapacakları en önemli ve değerli şey yerel yönetimler eliyle kentlerde ikamet eden ama kentli olamayan insanlarımızın kent kültürüyle donatılmaları için projeler üretmektir. Bu işin açmazı ise o kitleleri uzaktan kumanda ile yöneterek oy deposu yapanların bu dönüşüme hiç de sıcak bakmayacak olmalarıdır.