Saplantılı bir milletiz

Doğru sandığımız herhangi bir bilgiye ya da inanca bir kez saplanmaya görelim.

Artık o bilgi ya da inancı söküp atmamız mümkün olmuyor. Mezara kadar götürüyoruz saplantılarımızı…

Cehalet böyle bir şey işte.

Araştırma, uslamlama (muhakeme) alışkanlığımız yok çünkü.

Ve dahası aklımızı, mantığımızı da kullanmıyoruz.

Örnek mi?

İşte en güzel örnek.

Öyle ya da böyle, size / bize bir şekilde “Sen Osmanlısın” dendi.

Denmekten de öte beyinlerimize kazındı.

Yanlış.

Yanlış çünkü Osmanlı olunmaz, Osmanlı doğulur. Onun için de "Osmanoğulları’ndan” olmanız gerekir.

Yani?

Yani Osmanlı diye insan yoktur, Türk vardır.

Çerkez vardır.

Laz vardır.

Boşnak vardır.

Gürcü vardır ama Osmanlı yoktur.

Osmanlı bir milletin değil, bir ailenin adıdır.

Kendi soyunu inkâr edip de taht sahibinin soyunu benimsemek bir tek bizim ülkemize özgü bir saplantıdır.

Kimliğini yitirip, bir aile adının boyunduruğu altına girmeye hevesli, kul köle olmaya eğilimli olanların saplantısıdır bu durum.

* * *

Bilim İnsanı İlber Ortaylı Hocam yazmış.

Diyor ki; “Ben Osmanlıyım diyenler bunları bilmek zorunda…”

“* Osmanlı’da kadın, insan değildi.

* 1920 yılında nüfus 12 milyon dolayındaydı. 11 milyon kişi köyde yaşıyordu.

* 40 bin köyün, 38 bininde okul yoktu.

* Traktör yoktu. Hititlerden kalma kağnı ve karasaban kullanılırdı.

* Hayvanlar da insanlar da hastalıktan ve bakımsızlıktan kırılıyordu.

* 5 bin köyde sığır vebası vardı.

* Yaklaşık 2 milyon sıtmalı, 1 milyon frengili, 3 milyon trahomlu insan vardı. Tüm Anadolu’da verem, tifüs, tifo salgını kol geziyordu…

* Doğan her beş bebekten biri, 1 yaşına gelmeden ölüyordu…

* Ortalama yaşam süresi 40 yıl kadardı.

* Doktor sayısı 337, ebe sayısı 136, eczacı sayısı 60’tı…

* Limanlar, madenler, demiryolları yabancılara aitti.

Toplam sermayenin yalnızca yüzde15’i Türk sermayesi sayılabilirdi.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan yalnızca dört fabrika vardı.

Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…

* Elektrik yalnızca İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı.

* Otomobil sayısı 1500 civarındaydı…

* Veremle boğuşan halk, ahırlarda yatarken… Osmanlıcıların yere göğe sığdıramadıkları Abdülhamid Han Hazretlerinin (yaş olarak tümü “çocuk” sayılacak 16 karısı vardı: Nazikeda, Safinaz, Dilpesent, Peyveste, Nazlıyar, Bidar, Mezide, Emsalinur…)

Yine Osmanlıcıların “dedemiz” dedikleri Abdülmecid’in de 22 karısı vardı. (Ahali ineğine verecek saman bulamazken, Sultan Hazretleri(!) sarayında, iki futbol takımı kadar hatunla yatıyordu.)

* Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu.

* Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak ya da çalınmış, gemilerle, trenlerle Avrupa müzelerine götürülmüştü.

* Takvim ve Zaman birliği yoktu;

Kimisi güneş batarken ‘grubi saat’i esas alıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu, kimisi güneşin tümüyle battığı ‘ezani saat’i esas alıyordu; kimisi ‘zevali saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu.

“Saat kaç?” diye sorduğunda, her kafadan bi ses çıkıyordu.

Kimisi ‘Hicri takvim’, kimisi ‘Rumi takvim’ kullanıyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda, farklı saatlerde yaşıyor; kimisinin Şubat’ı kimisinin Aralık’ına denk geliyordu.

* Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı.

Ne orta çağdan kalma ağırlık ölçüleri dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne de uzunluk ölçüleri…

* Erkeklerin yalnızca % 5’i, kadınların binde 5’i okuma – yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay ya da gayrimüslimdi.

Okul yaşı gelen her dört çocuktan zaten üçü okula gitmiyordu.

* Toplam 4894 ilkokul, 72 ortaokul ve yalnızca, 23 lise vardı.

Ülkedeki liselerin tümünde salt 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu.

* Tek üniversite vardı, Darülfünun, medreseden halliceydi.

* Ülke bilimden, ilimden, fenden çoook çok uzaktı.

600 yıl boyunca Türkçe, ayaklar altında paspas yapılmış, Osmanlıca diye yapay bir dil yaratılmaya çalışılmış; Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler (Levanten terimler) dilimizi istila etmişti.

Kelimelerin yalnızca yüzde 5 kadarı Türkçeydi. Arap alfabesiyle Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.

* İbrahim Müteferrika’dan başlayarak 150 yılda basılan toplam kitap sayısı yalnızca 417’ydi…

* Ülkeye matbaayı getiren Abraham Müteferrika da Macar kökenli bir devşirmeydi. Oysa Gutenberg’in çalışan ilk matbaasından sonra, yani 1453’ten 1850’ye dek 400 yılda Avrupa’da 8 milyon kitap basılmıştı…

Voltaire, bir kitabında şu belirlemeyi yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan daha azdır…”

* Ve…