Kendimi bildim bileli yaşadığım tüm evlerde, sadece bana ait özel bir odam oldu.

Bu odalarda okudum, bu odalarda yazdım ve dinlendim.

Huzuru bu odalarda buldum.

Bu odalarda, yüzlerce kitapla, ansiklopedilerle, albümlerle, bana özgü antika eşyalarla, yaşamımın çeşitli evrelerinde bana verilen şiltlerle birlikte yaşadım.

Bu odalarda çalıştım, bu odalarda ürettim.

… …

Şu an oturduğum evimde de sadece bana ait böyle bir çalışma odam var.

Uyanır, uyanmaz bu odada alırım soluğu.

Odamın dört bir yanı kitaplarla ve kendi el emeğim ürünlerle kaplıdır.

Daha önce defalarca, altlarını çize çize okuduğum kitaplarımı, zaman zaman açar tekrar okur, bilgilerimi tazelerim.

Sonra?

Sonra, siler tozunu alır tekrar yerleştiririm kitaplığıma.

O an ayırdına varırım; okurum diye aldığım ama kapağını bile açmadığım kitaplarımın da olduğunu.

Gün olur, onları da okurum elbet deyip; onları, kitaplığımın özel bölümünde muhafaza ederim.

Ancak okumayı çok sevmeme karşın fırsat bulamam, öylece kalırlar kitaplığımın bir yanında.

Eşim, zaman zaman, “Tanrı aşkına bunca kitap arasında boğulmuyor musun? Şu kitapların, ansiklopedilerin hiç değilse bir bölümünü okullara, kütüphanelere ver…” der, durur.

O an için ben de niyetlenirim vermeye ama sonra kıyamam.

Yılların birikimi, yılların anılarıdır onlar benim için.

Çocuklarıma, torunlarıma kalır diye düşünürüm.

… …

Geçenlerde çocuklarımla birlikteyken konu konuyu açtı, konu yine benim kitaplarıma, ansiklopedilerime geldi.

Ben, torunlarımdan emin bir şekilde; “Benim torunlarım, dedelerinin anısı olarak bu kütüphanemi yaşatırlar…” dedim.

O an bir sessizlik oldu.

Büyük torunum, “Dedeciğim, şimdi ‘Hazreti Google’ var. Aç Google’ı, sor sorunu. Ansiklopediye ne gerek var!” dedi.

Nutkum tutuldu, verecek yanıt bulamadım, susmayı yeğledim.

* * *

Birkaç gün önce sosyal medya dolanırken; Televizyon Yapımcısı ve Yazar Burak Akkul’un bir yazısı takıldı gözüme.

Şöyle diyordu Akkul yazısında;

“Siz hiç ölmüş ev gördünüz mü?

Ben gördüm.

O gün bugün; evimde gereksiz ne varsa vaktiyle dağıtmanın yoluna bakıyorum…

Bizim için değerli olan pek çok şeyin başkaları için son derece değersiz olabileceğini de bu sayede öğrendim.

Onları vaktiyle siz de dağıtın. Yoksa onlar, geride bıraktıklarınıza çok büyük yük oluyor, bilesiniz…

Bir başka soru.

Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı?

Ben kaldım.

Hani şu, tabakların dolaplarda öldüğü, en güzel fincanların, gümüş tepsilerin ve de kristal bardakların raflarda can verdiği bir evde?

!!??...

Evler, içinde yaşayan insanoğlu öldüğü anda ölmüyor .

Evin ölümü, daha yavaş, daha acılı, daha sancılı oluyor.

Yabancı eller tarafından açılmaya başlanan çekmeceler ve o çekmecelerin içindekiler ölüyor önce…

Sonra gümüşten çatal bıçak takımları, kutu kutu dantel sehpa örtüleri ve rahibe işi masa örtüleri ölüyor…

Hiç kullanılmamış olsalar bile o çekmecelerde o kutularda yaşayan örtüler, evin sahibi öldükten sonra sağa sola ‘göz atılmalar’ sırasında, büyük bir acıyla ölür…

Hem de çekmecesiyle birlikte ölürler…

Çekmecenin ferforje kulpu, topuzlu anahtarı, üzerindeki camlı büfesi, o yabancı ellerce ‘kurcalanmadan sonra’ ölür…

Daha sonra yerdeki hereke halılara, bünyan’lara gelir sıra…

Yıllarca üzerinde gezinen sahibinin pazar işi terlik topukları delmez de, ondan sonra gelenlerin ‘acaba ne yapsak bunları’ bakışları, kurşuna dizmiş misali deler, öldürür o herekeleri ve de bünyanları…

Sonra masalar ölür ; ‘ah nasıl taşıyacağız bunları’ laflarını duyunca…

Ardından biblolar ölür; ‘kime vereceğiz bunları’ sözleri, üzerlerinde uçuşunca…

Onca yıl, sırları düşmüş, kenarı kırılmış, çerçevesi solmuş bir halde o evde yaşayan ve de ölüme karşı direnen ayna; ‘yabancısı olduğu kişilerin, kendisine dudak bükerek baktığı an’ ölür.

Yıllardır yaşayan yatak bazası altındaki hurçta bekleyen konuk takımları, banyodaki hasır kutu içindeki yıllardır el değmemiş lavanta keseleri; ‘ne yapacağız bunları’ diyerek üzerinde dolaşan ilk el, öldürür onları…

Yıllardır bakılmayan albümlerdeki fotoğraflar, bakılmadıkları yerlerde yaşarlar ama‘nereye koyacağız şimdi bunları’ diye bakan ilk kişinin ellerinde ölürler…

Ya kitaplıklardaki kitaplar, ansiklopediler?

Onlar da ölenin yakınlarının, ‘hiç işi gücü yokmuş, bunca kağıdı biriktirmiş!’ bakışları karşısında ölürler.

… …

Aynadaki sır değildir bütün bunlar.

Hak vaki olduğu gün, tuvalet dolabındaki tuz ruhu bile o evin ruhundan daha değerli olur.

Siz hiç ölmüş bir evde kaldınız mı?..

Kalmayın…

Ölmezsiniz ama ağır yaralanırsınız...

Evlerin ölümü sancılı ve acılı olur.”