1950’li yılların ilk yarısıydı. Henüz 10 yaşındaydım. Köyümüze beş saat uzaklıktaki kasaba pazarına meyve sebze satmak için gelmiştik babamla birlikte.
Günün ilk saatleriydi. Kasaba halkı henüz uykuda olmalıydı. Çevre tenhaydı. Biz de bir köşeye yüklerimizi indirdik. Ben yükümüzün başında beklerken babam da hayvanlarımızı Hacı Sıddık’ın hana bağlayıp döndü. Sonra yükümüzdeki malları açıp satışa hazır duruma getirdik.
Çok geçmeden birer ikişer alıcılar, pazar yerinde görünmeye başladılar. Bunlar elleri fileli, sepetli; kadın erkek, yaşlı genç kasabalı alıcılardı. Sergileri tek tek dolaşmaya başlamışlardı bile. Bunlardan bazıları sergide duruyor, bakıp inceliyordu malları. Sonra ,”kaça?” diye soruyorlardı. Ederi söylenince de başka sergilere yöneliyorlardı. Belli ki en uygun fiyata almak istiyorlardı alacaklarını. Bazıları da yenmeliklerin tadına bakıyor, ya tarttırıp alıyor; ya da istenilenden daha aşağı değer biçiyorlardı. Buna karşın satıcılar hiç kızıp darılmıyorlardı. Mallarını beğendirmek için övüyor çığırtkanlar gibi bağırıyorlardı.
“Malın iyisine gel, iyisine!”
“Mala bak mala! Beğenmezsen alma hanım abla!”
“Fasulyenin iyisine gel, kılçıksız bunlar!”
“Bakma çoğuna azına, Bunlar layık ağzına! Al beyim al!”
“Çeşnisi helal, Sizin için getirdi Çıkrıklı Celal!”
“Batan geminin malları bunlar! Yetişen alıyor beyim, yetişen!”
“Yağma var burada yağma!”
“N’oldu, beğenmedin mi bey amca?
Babam da bağırıyordu arada bir, alıcı çekmek için.
Güneş yükselip hava kızdırmaya, Pazar da kalabalıklaşmaya başlamıştı. Bir uğultu cümbüşüne dönmüştü çevre yanımız.
Alıcılar peş peşe gelmeye başlamıştı. Babam da durmadan istenen malı tartıp parasını alıyor; “bereket versin” diyordu.
Çok sürmedi, yükümüzün neredeyse yarısı satılmıştı. Bu arada güneş de yükselmiş, hava ısınmıştı iyice.
Babam:
“Zafer oğlum,” dedi. “Usanmışsındır. Al şu yirmi beş kuruşu, bir şeyler alırsın canının çektiklerinden. Git, gez, dolaş. Kaybolma yalnız! “
“Sağ ol baba,” dedim. “Kaybolmam.”
Pazaryerinden yukarı sokağa çıktım. Karşıda sıra sıra dükkanlar vardı. Bir çocuk geçiyordu yanımdan. Benim yaşlarımda olmalıydı. Elinde kapağı resimli bir kitap vardı. Hemen karar verdim ben de. Babama simit aldırmam, kitap aldırırdım. Simit yedi mi biter. Kitap öyle mi ya? Ne tükenir, ne de biter. Oku oku, yine oku. İçinde ne güzel bilgiler vardır. Hem eğitir, hem öğretir. Hem de eğlendirir. Tadına doyum olur mu hiç? Olmaz elbet. Usuma düştükçe okurum. En iyi arkadaşım olur benim.
Bir gün okulda dersteydik. Öğretmenimiz tahtaya bir bilmece yazmış, ne olduğunu sormuştu. Bilmece şöyleydi:
“Bin bir türlü adı var.
Baldan yaman tadı var.
Ne ağaçtır, ne kuştur.
Yaprağı, kanadı var.
Arkadaşlarım sırayla meyveleri ve tatlıları saymaya koyulmuşlardı. Onlar saydıkça da, öğretmenimiz, “değil” diyordu. Bense hemen bulmuştum yanıtını. Çünkü aklım fikrim o gün okul kitaplığına gelen kitaplardaydı. Parmak kaldırmıştım:
Öğretmenim bana dönerek:
“Sen bulabildin mi bu bilmecenin yanıtını?” diye sormuştu.
“Sanırım buldum öğretmenim,” demiştim.
“Öyleyse söyle!” demişti o da.
“Kitap” demiştim ben de. “Bu bilmecenin yanıtı “kitap” olmalı.”
“Aferin,” demişti öğretmenimiz. “Kutluyorum seni. Nasıl da bilebildin? Daha önceden duymuş olamazsın. Çünkü bu bilmeceyi ilk kez soruyoruz.”
“Bilmecenin yanıtı sözlerinde gizli öğretmenim” demiştim. Sonra açıklamıştım:
“Bin bir türlü adı var demek, her kitabın kendine özgü adı var demektir. Baldan yaman tadı var demekse, okunan kitapların tadına doyum olmaz, bizi hem bilgilendirir, hem neşelendirir. Ondan aldığımız tadı, balda bile bulamayız. Ne ağaçtır, ne kuştur. Yaprağı kanadı var; derken ağaç ve kuş olmadığını da belirtiyor bilmecemiz. Kitap, kağıt yapraklarından oluşur. Kabı ise onun kanadıdır.”
(SÜRECEK)