Ülkemizde fotoğrafçılık ve baskı tekniği ilerledikçe; özellikle varlığından bihaber olduğumuz; hepsi birbirinden değerli ve anlamlı, yeni yeni tarihi fotoğraflar piyasaya sürülmeye başlandı.

Bu tür fotoğraflar içerisinde özellikle Atatürk ve Cumhuriyet öncesi Türkiye’si ile ilgili fotoğraflar beni çok etkiliyor.

Bir tarihte, cumhuriyet öncesi yıllarda görüntülenmiş, “Atatürk ve Ankara” fotoğraflarını içeren bir sergiyi gezmiş idim.

O yoklukta, o sefaletle, o cahil insan kadrosuyla ve o koşullarda, ne büyük işler başarılmış. Ve bizler, nasıl bir mirasın üzerine konmuşuz. (da farkında değiliz.)

Bu sergiyi gezip de; etkilenmemek, duygulanmamak mümkün değildi…

Nerelerden nerelere gelmişiz…

Pek çok konuda çok büyük mesafeler kaydedip, yükselmişiz. Ama öyle konular da var ki; işte o konularda da, (özellikle Atatürk’ün ölümünden sonra) tepe taklak inişe geçmişiz

Hepsi birbirinden şık, hepsi birbirinden zarif, hepsi birbirinden modern giysiler içersindeki hanımefendilerin ve beyefendilerin o tarihlerdeki fotoğraflarını görünce; 100. yıla girmeye hazırlandığımız şu günlerde; giderek artan kapkara çarşaflar içerisindeki hatunları gördükçe, bugün yaşadığımız tüm sorunların miladının; Atatürk’ün ölüm tarihi olan “10 Kasım 1938 tarihi” olduğuna kanaat getiriyorsunuz.

* * *

O sergideki fotoğraflardan çok etkilenmiş; her bir fotoğrafın, her bir karesi gönlümde fırtınalar koparmış, belleğimde pek çok şey çağrıştırmıştı…

Ama o sergide gördüğüm öyle iki fotoğraf vardı ki, o fotoğrafların önünden (büyülenmiş gibi) dakikalarca ayrılamamıştım.

Bu fotoğrafların biri; derme çatma, kaba saba ağaçtan yapılmış bir bahçe çitinin önünde (son derece doğal bir ortamda) ayakta sohbet ederken çekilmiş; sivil giysiler içersindeki Atatürk ve askeri elbiseler içersindeki İsmet İnönü ile Topal Osman’ın görüntüleriydi… Etkilendiğim diğer resim de; Ulu Önder Büyük Atatürk’ün Ankara Söğütözü’ndeki bağ evinde (bağ evi derken öyle gözünüzde büyütmeyin… hepsi hepsi, tek odalı küçük bir kulübe) son derece düşünceli ve sıkıntılı bir anında olduğu anlaşılan, tek başına görüntülenmiş fotoğrafı idi…

* * *

Bugün size o fotoğraftaki kulübeden (Ulu Önder’imizin deyimiyle) Koliba’dan söz etmek istiyorum.

Koliba, Rumeli Türkçesi’nde; “kulübe” sözcüğünün karşılığı… Koliba; son derece basit, mütevazı ve sade eşyalarla döşenmiş, tek göz bir odadan müteşekkil bir kulübe…

Koliba’nın tüm eşyası; pompalı bir gaz ocağı, Batum’dan gelen gaz tenekesinden bozularak yapılmış bir ibrik, bir kanepe, bir koltuk, ana hediyesi bir seccade halı, elle çevrilen bir kahve değirmeni, bir cezve, dört fincan, iki tablo, üç iskemle…

Atatürk, bazen bu koltukta, bacaklarına annesi Zübeyde Hanımefendinin yadigârı seccadeyi sararak, oturur kahve içer, bazen bu kanepeye (üzerine yine bu seccadeyi örterek) kıvrılıp yatarmış.

Kahveyi kendi eliyle çeker, kendi eliyle pompalı gaz ocağında kahvesini pişirir, dostlarını burada ağırlar, tenekeden bozma bu ibrikte ellerini yıkarmış.

Hani, hep söyleriz veya söylenir ya; “Türkiye yoktan var edildi…” diye… İşte bu Koliba, bu pompalı gaz ocağı ve tenekeden bozma bu ibrik; bu söylemin belgesi, bu savın delili…

Oysa şimdi dinlerini, ırzlarını, namuslarını, onurlarını, kısacası varlık nedenlerini borçlu oldukları Atatürk’ün mirasının üzerinde oturup; O’na ağza alınmayacak küfürler eden, din bezirgânı, kişiliksiz, asalak siyasiler; ayakkabılarını, korumalarına çözdürüp, bağlatıyorlar. Urube (Araplaşma – Araplaştırma) taraftarı bu liderler(!); ibrikçilerini, havlu tutucularını, seccade sericilerini, tespih taşıyıcılarını, şemsiye tutucularını, yanlarında taşıyorlar… Normal konutlar dar geldiği için Saraylarda oturuyorlar. Yazlıkları, kışlıkları, yatları, katları, uçakları, her bir haltları var…

Yedikleri önlerinde, yemedikleri yanlarında… Beş yıldızlı otellerde kalıp, konuklarını bu otellerde ağırlıyorlar.

Aslında bütün bunları Atatürk’e borçlu olduklarını da biliyorlar… Ama ruhları fesat… Dolayısıyla, “gerçekleri görme ve kabul etme yetilerini” de yitirmiş durumdalar.

O nedenle, Atatürk’e ve ilkelerine karşılar…

… …

Pekiii… Bu güruhu yaratan veya yaratanlar kimler?

İşte işin en acı yönü bu…

Bu nankörleri yaratanlar, ne yazık ki Atatürk’ün ardılları (halef)…

Ve yine ne yazıktır ki, Atatürk’ün ardıllarının ve çevresindeki dava arkadaşlarının tümünün; Atatürk’ün dehasına, zekâsına, cesaretine, kararlılığına, becerisine, yeteneğine, “akıllı ve bilinçli Türkçülük anlayışına” değil yanaşıp, erişebilmek; bu ilkeleri devam ettirebilme cesaretinden ve kapasitesinden bile yoksun olmaları nedeniyle bugün bu durumdayız.

Nitekim Ulu Önderin ölümünden sonra, bu ardıllar ve çevresindekiler, pek çok şeyi, ters yüz edip bozdular.

Bu gün yaşadığımız tüm sorunların temelinde, işte bu gerçekler yatar, ama hiçbir kimse bunu itiraf etmeye cesaret edemez.

* * *

Bugün hâlâ türbanı, kara çarşafı tartışıyorsak, hâlâ bir “Kürt Sorunu” gündemdeyse, bunca soygun, bunca talan düzeni hâlâ devam ediyorsa, ağzı salyalı Şevki YILMAZ’lar, Hasan MEZARCI’lar, bilumum HOCA EFENDİLER, FETULLAHÇILAR, HİZBULLAHÇILAR, tekmili birden TARİKATÇILAR, ülkenin kalkınmasının ve gelişmesinin önünde bir engelse; bunun tek bir nedeni vardır. O da Ulu Önder Büyük Atatürk’ün erken ölümü…

… …

Başka ne söyleyeyim, bilmiyorum ki!…

Bu toplumun kurtuluşu, yeniden dirilmesi için; bir Atatürk’e daha ihtiyacı var…

* * *

30 Ağustos Zafer Bayramımız; (bu tarih öncesinde yaşananların bilincinde olan ve bu tarihin önemini bilen herkes için) kutlu olsun.