Önceki yazımda, Alanya’nın sıvaları dökülen, boyasız, badanasız binalarından söz ettim ya; aklıma İzmir yakınlarındaki Bademler Köyü geldi.

Arşivimi karıştırırken ekli fotoğrafı buldum.

… …

Tiyatrolu ve kütüphaneli bir köy.

Hem de Türkiye’de…

Hep duyardım.

Duyardım da inanasım gelmezdi.

İnanmaz, biraz asparagas, biraz abartılı bulurdum…

On yıl önceydi galiba.

İzmir’de olduğum bir gün; aklıma düşmüş, gidip, görmüş, şaşıp kalmıştım.

Gerçekten de tiyatrosu da vardı, kütüphanesi de..

Dahası müzesi vardı…

Tüm evleri boyalı, badanalı, sokakları pırıl pırıldı…

İlk karşılaştığım kişiye; “Siz uzaydan mı geldiniz!” demiştim; boş boş bakmıştı bana…

* * *

Dönüşümlü çöp bidonları vardı.

Bir çocuk, elindeki boş meşrubat kutusunu normal çöp bidonuna atmıştı da; annesi o pis bidona elini ve başını sokup, meşrubat kutusunu bulup, çıkarmış, oğlunun eline vermiş; “oraya değil, buraya atacaksın” demiş ve dönüşümlü çöp bidonuna attırmıştı.

Çenem düşmüştü ya bir kere, o kadıncağıza da; “Siz kesin uzaylısınız!” demiştim..

O da boş boş bakmıştı bana; “Ne diyor bu densiz adam…” der gibi…

… …

İlk gördüğüm bakkal dükkânına girmiştim.

Mütevazı bir köy bakkalıydı ama duvarlarında, Albert Einstein’ın resmi ve sözleri vardı.

Şaşkındım.

O sözleri okurken, gözlerime ilk kez duyduğum, bir tümce takılınca gayri ihtiyari ağzımdan; “Vay be, bu söz Einstein’ın mıymış?” sorusu çıkmıştı.

Bakkal beni şöyle bir süzmüş; önce nereli olduğumu, sonra da öğrenim durumumu sormuştu.

“Üniversite mezunuyum” deyince de alaycı bir biçimde gülmüştü… Rahatsız olmuştum o gülüşten…

Bu kez de ben ona öğrenim durumunu sormuş; “İlkokul mezunuyum” yanıtını almıştım.

Anlamlı bir yanıttı; “Ben ilkokul mezunu olarak biliyorum, sen üniversite mezunu olarak bilmiyor musun?” demek, istemişti.

Haddim ve hakkım olmamasına karşın sinirlendiğimi; hiçbir şey almadan çıktığımı anımsıyorum o dükkândan…

* * *

Daha sonra köyün içinde bir süre dolanıp, Muhtarlık binasını bulmuş, girmiştim içeri.

Köyün muhtarı, (öğretmen olduğunu sonradan öğrendiğim) biriyle sohbet ediyordu.

İkisi birden ayağa kalktı, ayakta karşıladılar beni.

Çok mahcup olmuştum.

“Lütfen” demiştim; “Lütfen rahatsız olmayın, oturun lütfen …” demiştim ama ben oturuncaya kadar da oturmamışlardı.

Kendimi tanıttıktan sonra, kısaca orada bulunma amacımı anlatmış; aynı soğuk ve densiz esprimi onlara da yapmıştım.

“Bu kadar temiz sokaklar; sıvalı, boyalı badanalı binalar; dönüşümlüsü ayrı, normali aynı çöp bidonları… Kütüphane ve tiyatro… Siz uzaydan mı geldiniz Tanrı aşkına!” demiştim, zoraki gülerek.

Onlarsa “Bu ne soğuk espri” der gibi ciddiyetlerini hiç bozmamışlardı.

Ardından da “Muhtarım izin verir misiniz?” deyip, öğretmen anlatmıştı.

“Kütüphanemiz (yanlış anımsamıyorsam) 80 yıllıktır. Köyümüz köylüsünün kendi olanaklarıyla yaptığı 700 kişi kapasiteli bir tiyatro binamız var. 1930’dan bu yana da; köyümüz köylülerinden oluşan oyuncu kadromuzla, çeşitli oyunlar sergileriz köyümüzde…

Köyümüz Alevi Köyüdür.

Sera çiçekçiliği ile geçinir köylümüz.

Köylülerimiz arasında okuması yazması olmayan tek bir kişi yoktur.

Köylümüz, ama kütüphanemizde ama evlerinde sürekli okur, tartışır, birbirleriyle kültür alışverişin de bulunur.

Ben şu kadar yıldır bu köyde çalışıyorum, tek bir suçun işlendiğine tanık olmadım bu köyde…

Bu köyde tek bir boyasız, badanasız ev bulamaz, göremezsiniz…

Köylümüz su sorununu, 1962 yılında yine kendi olanaklarıyla kurduğu Bademler Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi kanalıyla çözmüş.

Bakın ben iddia ediyorum, Köyümüz, Türkiye’nin en temiz köyüdür. Herkes kendi evinin önünü temizler. Sokaklarımız her gün yıkanır…”

Demişti…

* * *

O günden bugüne elimde tek bu fotoğraf kalmış.

Bir bu fotoğrafa baktım,

Sonra da; Alanya’mızın en gözde caddeleri üzerinde bulunan, sıvaları patır patır dökülen; boyasız, badanasız binalarını gözümün önüne getirdim.

İçim burkuldu…