"İnsan en az üç kişidir”.  Kendisi, olmak istediği kişi ve bu ikisi arasında gidip gelirken uçurumdan uçuruma düşen üçüncü kişi. En sahicisi de bu üçüncüsüdür, zira insan bir “belki”dir.
İnsan benliği, sürekli olarak kendini daha üstün, daha yetenekli, daha akıllı olarak görme eğilimindedir. Çocukluk yaşlarında başlayan bu eğilim, bireyin kendi yetenekleri, eylemleri, tercihleri ve davranışları hakkında yanlış değerlendirmeler ile süregelir. 
İnsan, hayatın akışı içerisinde yaşadığı çoğu olumsuzluğa ya da başarısızlığa karşı, kendine ait bir sonuç elde eder. Fakat hiçbir şey yalnızca bizimle başlamaz ve son bulmaz. Kafamızın içindeki ses, bazen bize karşı merhametli, bazen acımasızdır. İşte bu ses yalnızca kendimize ait olan dünyanın, deneyimlerimizin ya da düşüncelerimizin sesi değildir. Doğduğumuz ülke, gensel aktarımlar, ailemiz, belki ilkokul öğretmenimizin seslerinin hayatımızda daima bir parmağı, izi vardır. Biz ise olmak istediğimiz insan için çok ciddi bir çaba sarf ederiz. 
Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” adlı romanında, vicdan, suçun psikolojisi ve ahlaki sorumluluk gibi kavramlar ele alınmıştır. Roman ana karakter Raskolnikov'un zihinsel ve ahlaki davranışları üzerine şekillenir. Raskolnikov romanda insanları ikiye ayırır: “olağanüstü insan” ve “sıradan insan”. Ona göre olağanüstü insan, kuralları çiğneyen, yıkan ve kendi kurallarını koyan insanlardır. Toplumun geleneksel ahlaki kurallarının üstünde olan olağanüstü insan, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için her türlü eylemi yapma yetkisine sahiptir. Raskolnikov, kendisini bu "üstün insan" kategorisine dahil eder ve bu düşünceyle bir cinayet işlemeye karar verir. Raskolnikov’un bu cinayet sonrasında vicdan, suçluluk duygusu ağırlığı altında ezildiği vurgulanır. Fakat bana göre Raskolnikov, kendi yarattığı teorisi “olağanüstü insan” olmadığını fark ettiği için içsel bir çatışmaya girer. Kendine olağanüstü bir insan olduğunu gösterme istenciyle cinayet işleyen bu adamın, sonrasında doğan vicdanı ve sonrasında çektiği acı, ona aslında “sıradan bir insan” olduğunu kanıtlamıştır.
Asıl çöküş burada başlar. Hayat boyu olmak istediğimiz kişi ile olduğumuz kişi arasında bir mücadele veririz. Her zaman iyi olmayı isteriz, daha akıllı, daha yetenekli, daha sosyal, daha başarılı ya da daha zengin olmak isteriz. Bu mücadeleyi verirken, aslında hiç tercih etmeyeceğimiz, benliğimizde olmayan bir kişilik yaratırız. Yukarıda verdiğim Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” örneğindeki gibi, bazen olmak istediğimiz kişiye erişme çabası, bizde hayat boyu unutamayacağımız izler bırakır. Olmak istediğimiz kişi, kendi tabiatımıza aykırı ise, bunun için mücadele etmeye değer mi? Bir diğer ihtimal, olmak istediğimize ulaştığımız nokta bize mutluluk ve haz verir mi? 
Benim düşüncem sevgili okurlar, kendi benliğimizi keşfetme yolunda değer ve tutkularımızı gözden geçirmeliyiz. Bu yalnızca kişinin kendi tanıklığını keşfedebileceği, kimsenin göremeyeceği bir nokta. Tabiatımızı bilmek, çocukluğumuzdan beri tutkulu olduğumuz, bize haz veren eylemler üzerine yürümek, bir insanın kendine yapabileceği en büyük iyiliklerden biridir. 

Kaynakça
Serbes,E.(?). Afilli Filintalar Quotes, Goodreads. https://www.goodreads.com/quotes/tag/afilli-filintalar 
Gürcan, D.(2015). Benlik Farklılıklarına Rogers’ın Danışan Odaklı Terapisi ile Yaklaşım: Vaka Çalışması, Ayna Klinik Psikoloji Dergisi.