Hayat, kimi zaman bize yolumuzu göstermek ister. Küçük işaretler gönderir, kimi zaman bir anın içinde saklar yönümüzü, kimi zaman bir sözde, bir bakışta… Ancak çoğu zaman biz bu işaretleri fark edemeyiz. Çünkü çok gürültü vardır etrafta. Uğultular arasında kaybolur işaretlerin sesi. Günlük yaşamın karmaşasında, koşuşturmalarda, haberlerin telaşında, sosyal medyanın kalabalığında… Dışarıya o kadar çok kulak veririz ki, içimizin sesini duyamaz hale geliriz.

Ekonominin hali, ülkenin hali, dünyanın hali… Birinin ne dediği, diğerinin ne yaptığı, yarım kalan işler, yetişmesi gereken sorumluluklar… Günler ışık hızıyla geçer, takvim yaprakları birer birer düşer ve biz farkında bile olmadan bir ömrü geride bırakırız. Kendimize “Ben ne yapıyorum?” sorusunu sormadan, “Ben kimim?” sorusuyla yüzleşmeden yaşarız.

Hayat bazen çok sabırlıdır. Defalarca uyarır bizi, nazikçe dürter, yönümüzü bulalım ister. Ama biz duymayız. Çünkü kalbimizin kapısını kapatmışızdır. Gönül gözümüz perdelenmiştir. O soruyu sormaya cesaret edene dek:

“Ben ne yapıyorum?”

Ve bir gün gelir, o soru içimizde yankılanır. Dururuz. Derin bir nefes alırız. O an fark ederiz neleri kaçırdığımızı. Görmemiz gerekeni göremediğimizi, duymamız gerekeni duymadığımızı… Bazen bu fark ediş bir dostun sözüyle olur, bazen bir çocuğun masum bakışıyla, bazen de bir kayıpla…

O zaman başlarız ritmi yavaşlatmaya. Daha sakin bir hayatın ihtimaline kulak veririz. Ama bu demek değildir ki coşkudan, heyecandan vazgeçeriz. Aksine, bu yavaşlık içinde en gerçek hareket başlar. En hakiki yaşama hali…

Keşke 15 yaşımızda alabilseydik o derin nefesi. Ya da 20’li yaşlarda, 40’ta, 50’de, hatta 60’ta bile…Keşke daha gençken egolarımızı bir kenara bırakabilseydik. Kendimizi olduğumuz gibi kabul edip o kabullenişle yaşayabilseydik. Ama çoğumuz öyle yapamadık. Güvenli cümleler kurduk, güvenli evlerde yaşadık, güvenli arabalarla yol aldık. Ve hep içimizdeki sansürcüyle birlikte yaşadık.

İçimizde bir ses vardır; bizi kontrol etmeye çalışan, “öyle deme, böyle yapma, bu sana yakışmaz” diyen bir sansürcü. O sesin kuralları vardır, sınırları vardır, kalıpları vardır. O ses, özgün benliğimizden hoşlanmaz. Kalp gözümüzü kapatır, içsel sezgimize savaş açar.

Ne zaman ki o sansürcüye veda ederiz, işte o zaman gönül gözümüz açılır. İç görümüz rahatlar. Ve hayat… hangi yaşta olursak olalım, o anda başlar.

Bu yazıyı okuyan her bir kişiye bir davetim var:

Bir an durun. Derin bir nefes alın. İçinizdeki sesi dinleyin. Belki de şimdi, bu satırlarla birlikte hayatın size gönderdiği işaretlerden birine denk geldiniz.

Geç kalınmış değil, çünkü hayat her zaman yeniden başlar.