I

Kendine hem çırak

Ustadır hem de doğa

Acemilik ki ah

Harcımız bizim

Unuttukça doğayı

O vahim yabancılaşma

Yatak değiştiren ırmak

Yağmura da yakalanmışsa hele

Boz bulanık akacaktır elbet

Halvet olana dek

Yenice toprağıyla

Şiirin ki hep

Çırak çıkması kendine

Saygısındandır şüphesiz

Kâinata

 II

Anlatıcı-ben oluştukça ki bu süreçte doğadan ve kâinattan edindikleri de vardır, yolculuğu boyunca gördükleriyle daha bir varsıllaşır. Ah o görmekten görgü… Doğayı okudukça kâinattır söylediği.

Feridüddin Attar (öl. 1221), Mantık Al-Tayr (Kuşların Dili) adlı kitabında “Simurg” (Farsça otuz kuş) adını verdikleri Tanrılarını arama yolculuğunu anlatır kuşların. Bu yolculuk zor ve meşakkatlidir, bu yüzden de çoğu yolda kalır; sadece otuz tanesi amaca ulaşacaktır, bir diğer deyişle Tanrılarına kavuşurlar. Attar, “… kuşlar nihayet Simurg’un yüzünü gördüler” der, “fakat Simurg’a bakınca gördüler ki Tanrıları Simurg, o oyuz kuştan ibarettir ve kuşlar Simurg’a bakınca kendilerini, kendilerine bakınca Simurg’u gördüler.

Türk tasavvufunun temel izleği Tanrı-insan birliğidir. “Her şey ‘Bir’den türemiştir, ‘Bir’ olan Tanrı olduğuna göre her şey Tanrı’dan gelir. Bir diğer deyişle “Tanrı’nın insanı kendi cevherinden yarattığı” esasıdır.

Türk tasavvufu denince Yunus Emre’yi (13. Yüzyılın ikinci yarısı, 14. Yüzyılın başları) anmamak olmaz. “Bu yerler bunda gelmeden / Gökler melâik dolmadan / Mülke bünyad vurulmadan / Mülkü yaratanda idim” (bünyad: Temel, esas, yapı, bina)

“Ben suretten ileri / Adım Yunus değil iken / Ben ol idim, ol ben idi / Bu aşkı sunanda idim”

Bektaşi geleneğinde de insan, “Kelamullah-ı natık ya da “Kuran-ı natık” kabul edilir, yani “insan konuşan Kuran’dır” Yine Yunus Emre’den el alırsak “Halk içinde dirlik düzen / Dört kitabı doğru yazan / Ak üstüne kara dizen / O yazdığı Kuran benim”

Bu söylem sebebiyle Hallacı Mansur (öl. 921), Nesimi (öl. 1418) gibi nice bilge kafir ilan edilerek dara çekilmiş, derileri yüzülmüştür.

Bu söylemden el alan Yunus Emre Mansur’un “Enel Hak” ifadesini şöyle dillendirecektir. “Mansur Enel Hak dedi / Haktır doğru söyledi” diyecektir.

Yine tasavvufun doruk isimlerinden İbn-i Arabi (öl. 1240) Vahdet-i Vücud öğretisinin temel ögesini “varlığın sebebinin, varlığın kendisinde olduğu, doğada aranması gerektiğini” ifade eder. Aynı görüşte olanlar onu “Şeyh-ül Ekber” (Büyük Şeyh) diye anarken karşıtlarının “Şeyh-ül Ekfer” (Kâfir Şeyh) demeleri bu sebeptendir.

Azra Erhat (1915-1982) Mitoloji Sözlüğü’nde “insanda bir logos (söz) bulunduğu gibi, doğanın da Logos’u vardır. Logos insanda düşünce, doğada kanundur; her yerde ve her şeyde vardır, ortaklaşa ve Tanrısaldır. Düşünürün ödevi, Logos’u bulmak, sırlarını göz önüne sermek, insan sözüyle dile getirmektir” der ve ekler, “Logos’u aramak, insanı bilime götürür…”  

Zamanın kültür katlarında 11. yüzyıla gidersek İslam Aydınlanmasının efsane kentlerinden Halep’in güneybatısındaki Maara’da yaşayıp ölen ama bilge Ebu-l ula el Maari (öl. 1057) şöyle diyecektir. “Dünyada yaşayan insanlar ikiye ayrılır; Beyni (aklı) olup dini olmayanlar ve dini olup beyni (aklı) olmayanlar.”

“Din akıldır” diye başlayan Hadis ise “aklı olmayanın dini yoktur” sözleriyle sürer.