Kendinize sorular sordunuz mu hiç?
Kendine sorular sormak, kendiyle yüzleşmenin eşiğidir aslında. Hayatlar faslında o dikenli ve sarp muamma…
Zekâ arabanın motoru, akıl da sürücüsüdür, sözü gelmesin mi aklıma. Hani derler ya akıl pazara çıkmış herkes kendi aklını almış diye. Muamma üstüne muamma…
Öce kendine yalan söyleyen, bir de üstüne maske takan insandan çok şey mi istiyoruz acaba?
Usul-Nazariyat Hocamız İsmail Hakkı Bey (Özkan) her şeyin altında kalın da laf altında kalmayın, demişti. Hoca sözü diye tutmaya çalıştık. Buna bir de genetik itenim büyük dedem Hoca Hayret Efendi’nin (1848-1913) de katkısı eklenince adımız çıktı dokuza, ne mümkün ki indirmek sekize.
Merhum İsmail Hakkı Bey (1941-2010) yine bir gün “kendinizle alay etmesini bilin” demesin mi. Hoca sözü tutmasak olmaz. Eve gidince ilk işim aynaya bakmak olmuştu. Aynada iki kepçe kulak… Tut kulağından vur duvara, derler ya. Pek sevinmiştim bu duruma. Malum serde gençlik var, E. Levinas’ın “Yüz başlı başına anlamdır” sözünü okumamıştım daha.
Merhum İsmail Hakkı Bey yine bir gün derste “Dede merhum” demiş ki “Musiki bir ummandır, biz kıyısına vasıl olduk”.
Musikimizde bir Dedeler deryasıdır. Zekai Dede, Veli Dede, Nayi Osman Dede, Abdülbaki Nasır Dede vd. Mevlevi tekkeleri birer konservatuar misali bestekâr yetiştirmişler ki yetişmek ne mümkün. Ancak… “Dede” ifadesi bizler için sadece Hammamizade İsmail Dede Efendi demektir.
Kendime henüz soru soramasam da hocalara soru sorabilen bir öğrenciydim. El kaldırıp sordum. “Hocam, biz okulu bitirirken bize dürbün verecek misiniz?” dememle birlikte İsmail Hakkı Bey sinirlendi.
“Ne alaka şimdi?” diye sorup gürledi. Soruya soru…
“Hocam, Dede merhum musikinin kıyısına varabilmişse biz onu uzaktan dürbünle görebiliriz ancak” deyiverdim.
Şimşek, gök gürültüsünden sonra sağanak başladı. “Bir yanına gelirsem, bacaklarını kırar, kulaklarından duvara çivilerim.”
Malum kepçe kulakların da çivilemeye en uygun model.
Gökten ne gelmiş de yer kabul etmemiş, başımı öne eğip yere baktım. Hoca da sanki hiçbir şey olmamış gibi dersine devam etti.
Fakiri sorarsanız çivilenme korkusuyla ateş çıkıyordu yelken kulaklarımdan.
İsmail Hakkı Bey’in asabiyetine paralel bir ses kanon yapıyordu. Paralel evrenden bir tını, akor sanki.
“Sen değil miydin, Hocan Hakka yürüyünce ardından yazı kaleme alan? Senden başka yad eden çıktı mı merhumu? Onca zaman bu kadar talebe yetiştiren Hoca’ya reva mı bu?
Bu kez de büyük dedem Hoca Hayret Efendiydi konuşan. Büyük dedemin bunca sözü karşısında başımı öne eğdim, içimde katmer hüzünler.
Günümüzün hesabıyla İsmail Hakkı Bey’in hakka yürümesine daha kırk sene vardı. Bir muamma daha… Ben fakir o dönemde sabah Akademi’de iktisat talim edip, öğleden sonralara Türk musikisi tedrisatı için konservatuara giden akşamları da para kazanmak için nerede iş bulursa orada darbuka çalan bir gençtim. Vakitler geçiyordu yine birbirinin içinden.