“Olayın çözümü mağarada Emre.”

“Doğru söylüyorsun Özgün. Mağarada bir araştırma yapalım. Belki de define bulup saklamışlardır.”

“Şimdi mantıklı bir söz ettin işte. Define olabilir bu. Ancak, adamların iyice uzaklaştığını görmeden girmeyelim mağaraya.”

“Doğru dersin Özgün,” dedi Zeynep. “Peşlerinden gidip izleyim adamları. İşi garantiye alalım.”

“Haklısın. Adamların aklına bir şey gelir, dönüverirler belki. Yakalanıp kendimizi tehlikeye sokmanın anlamı yok.”

“Aman sen de dikkatli ol Zeynep,” dedi Cemre.

“Merak etmeyin! Az sonra buradayım.”

Zeynep bir ceylan gibi taşların, kayaların üzerinden sıçrayarak, Gamsız’la birlikte gözden kayboldu.

Onlar da orada kayanın gölgesine oturup Zeynep’i beklemeye koyuldular.

“İster misiniz,” dedi Emre. “İçeride define olsun,”

“Neden olmasın,” dedi Cemre. “Bal gibi olabilir.”

Özgün söze katıldı.

“Şaka bir yana, ben de onu merak ediyorum. Akşama doğru beklediği adamlara bu Pala denilen adam neyi satacak acaba?”

“Az sonra öğrenebiliriz belki. Ama ben hala korkuyorum. Hiç girmesek mağaraya. Siz korkmuyor musunuz?”

“Korkuyorum elbet Cemre. Ama merakım ve heyecanım korkumu yeniyor.”

“Mağarada ne gibi bir sürprizle karşılaşacağımızı, açıkçası, ben de çok merak ediyorum. Ama Özgün’le birlikte girip bakmalıyız.”

“Bunun için de çok dikkatli davranmalıyız,” dedi Cemre.

Zeynep soluk soluğa döndü Gamsız’la. Terlemiş, kızarmıştı yüzü.

“Ne oldu?” diye sordu Özgün merakla.

“Adamlar çalın eteğinden batıya doğru hızlı adımlarla yürüyüp gittiler. Geri dönecek gibi görünmüyorlardı. Onlar arka yüze aştıktan sonra dönüp geldim. Şimdi girebiliriz mağaraya.”

“Ben korkarım,” dedi Cemre.

“Hepimiz birden girmeyeceğiz zaten. Zeynep’le sen burada kal. Biz Emre’yle girelim.”

“Doğru,” dedi Zeynep. “Biz Cemre’yle burada kalalım. Olası bir tehlikeye karşı sizi uyarırız.”

“Tehlike mi dedin?” dedi Cemre.

“Evet,” dedi Zeynep. “Adam silahlıydı görmedin mi?”

“Doğru söylüyor Zeynep. Bin de bir olasılık da olsa, önlemi elden bırakmamalıyız.”

“Siz dışarıda gözcü olarak kalın. Bizden sonra da siz girersiniz,” dedi Emre.

“Tamam,” dediler.

Önce sırt çantalarını çıkardılar sırtlarından. Ardından el lambasını aldılar çantalarından. Sonra dikkatli bir biçimde mağaranın girişine tıkanmış olan karaçalıyı çektiler kıyıya.

“Şimdilik hoşça kalın!”

“Aman dikkatli olun!” dedi kızlar.

“Hakkınızı helal edin,” dedi Emre. “Belki bu son görüşmemizdir.”

“Saçma sapan konuşma Allah aşkına Emre!”

Önce Özgün, ardından da Emre girdiler mağaraya

Giriş yeri alçak olduğu için eğilerek girmişlerdi. Bu arada el fenerini de yaktı Özgün. Heyecandan küt küt atıyordu yüreği. “Yoksa korkuyor muyum?” dedi kendi kendine. Korksa bile belli etmemeliydi. İlerisi zifiri karanlıktı. Eğilerek birkaç adım yürüyünce doğruldu. İçerisi genişlemiş, tavanı yükselmişti. El lambasının ışığını gezdirdi mağaranın içinde.

Peşinden gelen Emre:

“Ne kadar karanlık içerisi,” dedi.

“Evet; zindan gibi.”

Zeynep’in sesi duyuldu.

“Ne görüyorsunuz?”

“Eni dar, boyu uzun, tünel gibi bir mağara,” dedi Özgün. “Bakıp araştıracağız.”

Işığı tuttukları halde mağaranın derinliğinin ne kadar olduğunu kestiremediler. Uzayıp gidiyordu ötelere doğru bir tünel gibi. Zemin kayalıktı. Geriye dönüp baktılar. Mağaranın girişi de bir tünel çıkışı gibi görünüyordu. Yürüdüler yavaş yavaş. El lambasıyla yeniden taradılar mağaranın içini. Tavanı üç dört metre kadar yükselmişti.

“Daha gidecek miyiz?”

“Bir şeyler buluncaya kadar. Korkuyor musun yoksa?”

“Korkuyorum. Sen korkmuyor musun?”

“Korkuyorum ama; merakım da sonuna kadar yürü diyor. Adamların niye girdiğini öğrenmeliyiz.”

(SÜRECEK)