Yeni yılın bu ilk yazısında çok bilindik ve kıssadan hisse çıkarılması gereken bir hikâyeden bahsetmek istiyorum.
Hikâyemizin kahramanı; çiftlikten çiftliğe koşturan ve atları terbiye etmeye çalışan bir at çobanının oğlu.
Babasının işi gereği çocuğun ortaöğrenimi kesintiye uğramıştı. Ama yine de öğrenim hayatına devam etmeye çalışıyordu.
Ortaokul ikinci sınıf öğrencisiyken Türkçe öğretmenleri tüm öğrencilerden büyüdüklerinde ne olmak veya ne yapmak istedikleri hakkında bir kompozisyon yazmalarını ister.
Çocuk bütün gece oturup günün birinde sahip olmayı düşündüğü “At çiftliği”nden bahseder. Hayalini kurduğu iki yüz dönümlük çiftliği çizdiği kroki ile en ince detaylarına kadar anlatır. Öyle ki çiftlik içerisindeki ahırların, koşu yollarının yerlerini, arazi üzerinde yapacağı evin oda oda, hatta evin dış duvarında kullanılacak olan taşları yaşarcasına tasvir eder.
Çocuğun hayalini kurduğu ve kalbinin sesi olan yedi sayfalık ödevini sabah okula gittiğinde öğretmenine teslim eder.
Öğretmen kompozisyonları inceler ve iki gün sonra öğrencilere teslim eder. Çocuk kompozisyonu teslim aldığında kâğıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir sıfır ve “Dersten sonra beni gör.” notunu görür. Ders arasında çocuk öğretmenin yanına gider ve “Öğretmenim neden sıfır aldım?” diye merakla sorar. Öğretmeni “Senin için gerçekçi olmayan bir hayal. At çobanı bir babanın oğlusun. Paran yok. Hayalini kurduğun şey çok para gerektirir. Seninki tamamen ütopya.”der ve devam eder “Eğer ki ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazıp getirirsen notunu yeniden değerlendiririm.”
tarihlerde Türkçe zorunlu bir derstir. Zayıf almak ise sınıf tekrarını gerektirmektedir. Akşam olduğunda çocuk, öğretmeni ile arasında geçen diyaloğu babası ile paylaşır. Olanı biteni dinleyen baba ise oğluna sınıfta kalmak pahasına da olsa hayallerinin götürdüğü yere gitme konusunda tavsiyede bulunur.
Çocuk bir hafta sonra kompozisyonunda hiçbir değişiklik yapmadan öğretmenine götürür ve ders niteliğinde bir cümle kurar “Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, ben de hayallerimi”.
yıllar geçer. Hikâye bu ya, yıllar sonra okulda, üretimi ve pastoral yaşamı yerinde göstermek ve öğrencilere inceleme imkânı sağlamak adına bir çiftliğe gezi programı düzenlenir. Öğrencilerin çiftliği gezmeleri neredeyse yarım günlerini alır. Gezi programı yarım günlerini alsa da gezinin sonunda öğretmen ve öğrenciler ikram için şatodan farksız bir eve davet edilir. İkramlarda bulunulurken kılık kıyafetiyle, konuşmasıyla tam bir centilmen beyefendi içeri girer. Ziyaretçilere çiftliğin sahibi olduğunu, bir şeye ihtiyaçlarının olup olmadığını sorar ve nazik bir şekilde izin isteyerek oradan ayrılır.
O esnada şöminenin önünde duran öğretmen, şöminenin üzerinde çerçeveletilmiş yedi adet kâğıt görür. Öğretmen meraklı gözlerle ne olduğunu anlamak için yaklaşır ve yıllar önce sıfır verdiği ödev ile kendilerini ağırlayan centilmen Bey’in yıllar önce sınıfta bıraktığı öğrencisi olduğunu anlar. Öğretmen bir yandan, öğrencisinin hayallerine kavuştuğunun hayreti ve sevinci içerisindeyken diğer yandan kaç tane öğrencisinin hayalleriyle oynadığının hesabı ve üzüntüsü içerisinde kalır.
Bu hikâye bize ne anlatıyor birlikte bakalım. Bunu da Almanya’da yaşayan, otomobil tamiri üzerine öğrenim gören, bir Türk gencinin anlatımıyla aktarıyorum:
“Alman ustam ile birlikte mat renkli bir araç tamir ediyorduk. Konuşmamız aynen şu şekilde oldu, ‘Usta ilerleyen yaşlarımda tamir ettiğimiz araçtan daha güzel araçlar tasarlayacağım.’dedim ve ustam bana, ‘Ne kadar parlak bir hayalin var. Aracı tasarladığında aracının rengi hayalin gibi parlak renklere sahip olmalı…”
Bu konuşmayı Türkiye’de usta ve çırak arasında geçiyormuş gibi düşünelim. Bence çırağın alacağı cevap “Haydi oğlum. 14-15 anahtarı getir, aç karnını doyur yeter!”olurdu diye düşünüyorum.
yaşantım boyunca özellikle Anadolu’da sık sık karşılaştığım ve sıkça da karşılaştığınızı düşündüğüm “Heves kırma” dediğimiz yanlış bir olgu vardır. Belki de toplumca heves kırmayı çok iyi bilir ve severiz. Hatta çocuklarımız bir hayal ile karşımıza geldiğinde ya “İcat çıkarma” ya da “Kimseye söyleme! Alay konusu olursun.” şeklinde telkinlerde bulunuruz.
Şöyle bir etrafınıza bakın. Yanı başımızda duran en basit eşya mesela bir taburenin yapımı önce hayalle sonra bir tasarımla başlamadı mı?
İnsanların teşvik edilmemesi ve girişimci anlayıştan uzakta Anadolu’daki birçok sanayi hamlesi Avrupa’dan daha geç yapılmadı mı?
O nedenle gençleri ve sevdiklerimizi hayal etmeleri konusunda teşvik etmemiz gerekiyor.
Naçizane tavsiyem hayallerinize inanın ve peşinden gidin. Unutmayın ki gönülden inandığınız ve peşinden gittiğiniz her şey size mutlaka verilecektir. Bizi yaratan mutlak güç, yapamayacağımız hiçbir şeyi aklımıza koymaz. Olumsuz düşünen insanları duymazdan gelerek, inadına, heves kırıcılardan hızla kaçarak ve tabuları yıkarak gitmeliyiz hayallerimizin peşinden.
Bugün hayaliniz, yarınınızın gerçeği olabilir.
En güzel günler sizlerin olsun.