“Anladım “ dedim.

Anladım dediğime inandı, mı inanmadı mı bilmiyorum ama ben ne dediğini anlamıştım. Gerçekten de zor bir yaşamdı sürdürdüğümüz. Gelecek günlerimizin daha güzel olması için daha çok çalışmalıydık. Asıl önemlisi, benim de derslerimi aksatmadan çok iyi çalışıp, ilerde bir meslek sahibi olmalıydım. Olmalıydım ki, anamı babamı da bu yoksul yaşamlarından kurtarmalıydım.

Babam bizler için dur durak vermeden, sürekli çalışan bir insandı.Yemez yedirir, giymez giydirirdi bizlere. Okumanın önemini çok iyi kavramıştı. Bizlerin de mutlaka okumasını istiyordu.

“Okursanız, ceketimi satar yine okuturum sizi” diyordu.“Hiç olmazsa devlet kulpuna girer, maaşlı olursunuz. Sırtınızı da devlet babaya dayadınız mı ne aç kalır, ne de açıkta kalırsınız. Geleceğiniz garantili olur. Çünkü ilerde emekliliği var. Bizlere gelince, durum belli… Ne maaşın var, ne sigortan, ne de emekliliğin... Onun için okumalısın oğlum. Hiç olmazsa sizlerin geleceği güvence altında olmalı.” derdi babam.

Anlamaya çalışırdım çocuk aklımla tüm söylediklerini. Köyümüzde okumuş, öğretmen olmuş birkaç kişi vardı. Onlara yaşlı genç, büyük küçük herkes ‘okumuş’ diye saygı gösterirlerdi. Bir başka saygınlığı vardı okumuşların halk arasında.

“Baba” dedim.

Döndü baktı.

“Söyle !” dedi.

“Sana bir şey göstereceğim.”

“Ya öyle mi?”

Kitap paketini çıkarıp gösterdim.

“Nedir o?”

Paketi açtım. Kitaplar ortaya çıkmıştı.

Babam şaşırmıştı. Uzanıp aldı. Tek tek gözden geçirdi. Sonra, sorgulu gözlerle baktı bana.

“Nereden aldın bu kitapları? dedi.

“Yukarıda, duvarın dibinde bir kitapçı var.”

“Parayı nereden buldun?”

“Ben almadım.”

“Ya kim aldı?”

“Mehmet öğretmen aldı.”

“Kimmiş Mehmet öğretmen? Ne demeye aldı?”

Ses tonu değişmişti babamın.

Atatürk İlkokulu’nda öğretmenmiş. Benim kitaplara baktığımı görmüş. Benimle konuştu. Okuyup, ilerde öğretmen olmak istediğimi öğrenince, O aldı bu kitapları bana. Valla billa ben istemeden aldı baba. Kemal amcamı da tanıyormuş. Babana ve öğretmenlerine de selam söyle dedi.”

“Aleyküm selam,” dedi babam.

“Kitapları aldığım için kızmadın değil mi baba!”

“Kızmadım; öğretmen olduğu için kızmadım oğlum. Allah razı olsun. Ben de tanımak isterdim Mehmet öğretmeni. Hiç olmazsa biz de bir şeyler verirdik kendisine, ‘çam sakızı çoban armağanı’ olarak. Neyse ki, adı ve adresi belli... İlerde biz de bu iyiliğin altında kalmaz, karşılıksız bırakmayız inşallah.”

Öyle sevinmiştim ki babamın hoşgörülü davranışına.

Babam:

“Kalk bakalım,” dedi. “Karnımızı caminin avlusunda doyuralım. Hem su da var orada. Ondan sonra alacağımızı alır, çıkarız yola.”

“Olur baba,” dedim.

Birlikte kalktık. Eşyalarımızı yanımızdaki satıcıya emanet edip, azığımızı da alarak pazarın bitişiğindeki Büyük Cami’nin avlusuna yönlendik.

Şadırvanda elimizi, yüzümüzü yıkayıp rahatladıktan sonra, bir kıyıya çekildik. Babam çıkındaki yumurta dürümlerini çıkardı. Birisini bana uzattı, birisini de kendisi aldı. Yeşil soğan da ayırmıştı. Bir soğandan, bir de dürümden ısırarak yemeye koyulduk.

Arı oğul verir gibi işlemeye başlamıştı caminin avlusu. Öğleye az kalmıştı. Şadırvan musluklarının önü öğle namazı için abdest alacaklarla dolmuştu.

Nedense birden tıkandım. Doymuştum galiba. Üstüne bir de su içersem tamam olurdu. Babam ekmeğini bitirmişti. Kalan ekmeği babama uzattım.

“Doydum” dedim.

“Yesene oğlum! dedi. “Doyur karnını. Sonra yolda acıkırsın. Biliyorsun, beş saat yol tepeceğiz.”

“Doydum” dedim. “Sen ye baba.”

“Anlaşıldı” dedi. “O zaman yolda yersin. Çıkına saralım da dursun.”

Ekmeği çıkına koyduktan sonra kalktık. Bir de su içtik kana kana.

“Gel bakalım,” dedi babam. “Nerdeydi o kitap sergisi?”

(SÜRECEK)