1970’li yıllar, aydınların bir kesiminin kendilerine ve dünyaya şartlı refleksle baktığı günlerdi. Bu şartlı refleks, Aydınlık gazetesinin sanat sayfasını da etkiliyordu... Böylesi kısır bir döngüyü Cemal Süreya ve Necati Güngör Aydınlık’ın sanat sayfasında yazarak kırdılar... Sonra Muzaffer Buyrukçu katıldı onlara...
Nezih Coş ise sürekli yazı yazmamı istiyordu... Hem de ısrarla... Ben fakir nice kaçmaya çalışsam da o yakamdan düşmüyordu. Ve sonunda Nezih’in kararlılığı galip geldi. İlk yazılarım yayımlanmaya başladı gazetede. Bazı yazılarımın Nesin Vakfı’nın 1979 yıllığına seçildiğini söylerken Nezih’in gözleri ışıl ışıldı. Adam olacak çocuk kakasından belli oluyordu da yazar olacak adam nesinden belliydi? Bu soruyu Nezih’e hiç soramadım... Nesin Vakfı’nın 1979 ve 1980 yıllıklarında yazılarım varmış... Varmış ama... Bu yıllıkları edinmem mümkün olmadıydı o yıllarda... Şimdi ne zaman yolum bir sahafa düşse gözüm hep o yıllıkları arıyor...
Sevgili Nezih Coş köşe yazarlığımın da ateşleyicisi oldu... Rumelihisarı’nda Yaz Oyunları... Geleneksel Türk temaşasının modernizasyonu bir oyunu sahneliyoruz... Kanlı Nigar... Bu arada yazar Sadık Şendil’i ve Münir Özkul’u rahmetle anmalıyız...
Orkestrada çalanlar da dönem giysilerini giyiyorlar... Gri pantolon, beyaz gömlek, siyah yelek ve kravat, üstte istanbulin... Bütün bu giysileri tamamlatan bir başlık... Fes.
Oyun başladı, başlayacak... İkinci zil verilmiş... Nezih birden karşımda bitiverdi... “Neredesin kardeşim sen?” diye fırça atıyor. “Nezih, oyun başlayacak, perde arasında konuşalım...” dedimse de ikna edemedim. “Ramazan sohbetleri yazacaksın” dedi... “Gayri ihtiyari, hangi gazetede?” diye sordum... Nezih gazete mi değiştirmişti acaba? “Hangi gazetede olacak” dedi, “Bizim gazetede, Aydınlık’ta...” demez mi?!
Yahu, bugün Ramazan’ın kaçı biliyor musun? Yedisi... Ne soru, ne yanıt onu yıldırmadı... Her gün bir yazı vermeliymişim... Üçüncü zil verildi... Verildi ama Nezih bir türlü yerine gitmiyor...
“Haydi, oyun başlayacak, senin yerin var mı ?” diye sordum... “Var...”, dedi Nezih, “Hayati Asılyazıcı davetiye gönderdi...” “O zaman perde arasında konuşalım...” diyerek zaman kazanmaya çalıştım...
Birinci perde biter bitmez Nezih yanıma damladı. Daha o konuşmadan ben söze girdim. “Bu iş boyacı küpü mü? İnsan hiç olmazsa bir ay önceden sipariş verir...” dedim ama beni duyan kim... “Tamam” dedim, “yazarsam getiririm.” Böylece Nezih’in yazı markajından kurtuldum... Herhâlde o da bir işi bitirmenin rahatlığı içinde bir ikinci perde izlemiştir.
İşte, “Ramazanlık” diye yayımlanan köşe yazılarım böyle yazıldı. Pardon, düzeltiyorum... Yazdırıldı...
“Ramazanlık” adlı yazı dizisinde ne yazacağım ise tam bir sıkıntı olmuştu. Ramazan ayının kendine özgü eğlenceleri aklıma gelince “Buldum” dedim. Evet, bulmuştum. Ramazan ayının neşvüneması eğlenceleri yazacaktım. Karagöz-Hacivat, Meddah…
Bir yılbaşı gecesi yemek çıkışı geri geri gelen bir araç çarpıp ölümüne sebep oldu Nezih’in... “Her ölüm erken ölümdür” der ya Cemal Süreya... Nezih de verimli bir çağında göçüp gitti aramızdan...
Bugün sevgili Nezih Coş’u ne anan var, ne de anısına ödül veren sinemacılar... Ne çabuk unuttuk Nezih’i... Yeni yetişen sinemaseverlere tanıtamadık... Atilla Dorsay’ın her kitabı yayınlandığında Nezih Coş aklımın bir kuytusundan bıyıklarını çekiştire çekiştire kara gözleriyle bakıyor bana...
Örneğin, SODER mi olur bir başka sinema kuruluşu mu, yoksa Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü mü Nezih Coş’un bütün yazılarını kitaplaştıramaz mı? Anısına bir sinema eleştiri ödülü konamaz mı? Ne zor sorular değil mi?
Sevgili Nezih Coş’u bir kez daha sevgi, saygı, rahmet ve özlemle anıyorum. Bu arada Turgay Kantürk’e mahsus selâm etmez ve gözlerinden öpmezsem haksızlık etmiş olurum... İyi ki arkamdan itmişsiniz dostlar... İyi ki...
Ayrıca rivayet bu ya, Başak burcundan olanların dilleri sivri, kalemleri keskin olurmuş. Laf aramızda ben fakir de tipik bir Başak’mışım.
“Durup, durup düşünüyorum, şanlı tarihimize olan ilgim ve kılıç kalkan oyununa olan sevgim nereden geliyor?” diye... İşte o anda ana dedem Hoca Hayret Efendi’nin (1848-1913) sırtında Şam hırkası, Direklerarası’nda bir kahvehaneye girmek üzere olduğunu ayrımsıyorum!
Saatli Maarif Takvimi’nin sadık okurları onu şu fıkrası ile hatırlayacaklardır. Şirket-i Hayriye vapurlarının birinde Hoca Hayret Efendi gazetesini okumaktadır... Karşısındaki boş yere II. Abdülhamit dönemi paşalarından biri gelir... Gazetesini çıkarır, gözlüklerini takar ve okumaya başlar... Ancak, gazeteyi ters tutmaktadır Paşa hazretleri... Bir diğer deyişle okuryazar olmadığını âleme ilanla meşguldür... Bu durumu gören yolcular gülmeye başlarlar... Ancak hiçbiri cesaret edip de bu durumu Paşa’ya söyleyemez, etrafın sivil hafiye kaynadığı günler. Vapurda Hoca Efendi’nin olduğunu fark eden bir yolcu durumu anlatıp yardım ister... Hoca Hayret Efendi Paşa’ya seslenir, “Paşa Efendi hazretleri, Paşa Efendi hazretleri... Ters oturmuşsunuz...”
(SÜRECEK)