Hazreti Ali, hicretten 23 yıl önce Receb ayının on üçüncü gününde bir rivayete göre Mekke´de Kabe´nin içinde doğmuştur. Tam adı Ali bin Ebu Talib Merkedî’dir. Babası Ebu Talib, annesi Fatıma bint Esed'dir. Peygamber efendimiz (S.A.V.)'in amcasının oğludur.

Hz. Ali, Peygamber Efendimizin amcası Ebû Talib'in oğluydu. Ebû Talib, maddi durumu iyi olmamasına rağmen, uzun yıllar Peygamber Efendimizi kendi yanında büyüttü. Hattâ o sofraya gelmeden ailesinden kimseyi yemeğe başlatmazdı. Çok tecrübelerle, Peygamberimizin bereket sebebi olduğunu biliyordu.

HZ. ALİ’NİN ÇOCUKLUĞU VE HZ. ALİ’NİN MÜSLÜMAN OLUŞU

Resulullah (a.s.m.) Hz. Hatice ile evlendikten sonra, amcasının yükünü hafifletmek ve ona minnet borcunu ödemek düşüncesiyle Hz. Ali'yi yanına aldı. O sıralar Hz. Ali henüz 4-5 yaşlarında bir çocuktu. Bu sebeple, çocukluk yılları Peygamber Efendimizin terbiyesi altında geçti. Kâinatın Efendisi, peygamberlikle vazifelendirildiğinde, Hz. Ali on yaşında bulunuyordu. Ona ilk iman etme şerefine, kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan da Hz. Ali ermişti.

Hz. Ali, birgün Peygamberimizle Hz. Hatice'yi namaz kılarken görmüş, hayranlıkla seyre koyulmuştu. Namaz bitince hayranlığını gizleyemeyerek çocuksu bir edâyla, Peygamberimize, "Nedir bu yaptığınız?" diye sordu. Peygamber Efendimiz, "Ey Ali," dedi. "Bu Allah'ın beğendiği dindir. Seni bir olan Allah'a imana davet ediyorum. İnsanlara ne faydası, ne de zararı dokunmayan putlara tapmaktan sakındırıyorum." Böyle bir teklifle karşılaşan Hz. Ali, "Bunu babam Ebû Talib'e bir danışmam gerekir" dedi. Fakat Peygamberimiz henüz dâvâsını açıklamakla emredilmemişti. Bunun duyulmasını istemiyordu, "Ya Ali, söylediğimi kabul edersen et, etmezsen kimseye söyleme" buyurdu. O geceyi, düşünerek geçiren Hz. Ali, sabah olunca Resulullahın huzuruna çıktı ve yaşından beklenmeyecek bir şekilde şöyle dedi:

"Allah beni yaratırken Ebû Talib'e sormadı ki, ben de Ona ibadet etmek için gidip babama danışayım."

Hz. Ali, bu sözleriyle Resulullahın terbiyesinde yetişen bir kişiden beklenen olgunluğu göstererek îmanla şereflendi. Artık bundan sonra, Hz. Ali Resulullahı bir gölge gibi takip etti. Fakat anne ve babası başına bir iş gelir düşüncesiyle durumdan endişeye kapıldılar. Fakat Ebû Talib Resulullahla görüşüp onu dinledikten sonra, kendisine hak verdi. Kendisi Müslüman olmamakla beraber, Hz. Ali'nin Peygamberimize tâbi olmasına rıza gösterdi. Nitekim müşriklerin işkencesinden dolayı endişe eden hanımına Ebû Talib şu cevabı verdi:

"Eğer nefsim, Abdülmuttalib'in dinini bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed'e tabi olurdum. Çünkü o halîmdir, emîndir, tahirdir."

HZ. ALİ’NİN MEDİNE’YE HİCRETİ

Hz. Ali daha önce hiç puta tapmamıştı. Onlardan hep nefret ederdi. Mekke devri boyunca Peygamberimizin yanından hiç ayrılmadı. Hicret sırasında da Peygamber Efendimizin yatağına yatmakla mühim bir vazife gördü. Resulullah (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir'le birlikte Mekke'yi terk etmeden önce Hz. Ali'den o gece kendi yatağında yatmasını istemişti. Yanında bulunan müşriklere ait emânetleri de kendisine bıraktı. Emânetleri sahiplerine verdikten sonra Medine'ye hicret etmesini söyledi. Müşrikler o gece Resulullahın evinin çevresini kuşattılar. Mevzilendikleri yerden günün ışıyıp Peygamber Efendimizin evinden çıkacağı anı gözetlemeye başladılar. Çünkü, o zamanın âdetlerine göre, bir insanı evinin içinde öldürmek büyük bir korkaklık sayılırdı. Resulullah, yatağına Hz. Ali'yi yatırıp gece yarısı evden çıktı. Yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin üzerlerine attı ve Yasin Süresinin ilk sekiz âyetini okuyarak gözleri önünden çekip gitti. Müşriklerden hiçbiri kendisini görmemişti. Müşrikler hâlâ bekliyordu. Bir ara Resulullahın evden çıkmış olabileceğini düşündüler. Hâne-i Saadetin penceresinden baktılar. Hz. Ali'yi Peygamberimiz sandılar, "İşte Muhammed yatıyor" diyerek beklemeye devam ettiler.

Sabah olunca, daha fazla beklemeye tahammül edemeyip içeri daldılar. Yatakta Hz. Ali'yi görünce şaşkına döndüler. Peygamberimizin nerede olduğunu sordularsa da, Hz. Ali cevap vermedi. Müşrikler fazla üstelemediler, zaman kaybetmemek için etrafa adamlar saldılar. Oradan ayrılan Hz. Ali, emanetleri sahiplerine teslim etti. Üç gün sonra o da Medine'nin yolunu tuttu. Uzun ve yorucu yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı.

Öyle ki ayaklarının altı yarılıp kabarmıştı. Peygamberimiz onun bu acıklı halini görünce şefkatinden göz yaşlarını tutamadı. Sonra da ayaklarının altını mübarek eliyle meshetti. lyileşmesi için duâda bulundu. O anda Hz. Ali'nin bütün ağrı ve sızılan geçti, şifa buldu.

HZ. ALİ’NİN CESARETİ

Hz. Ali'nin en mümtaz vasfı, cesaret ve şecaatiydi. Katıldığı bütün savaşlarda kahramanlık ve cesaretin en güzel örneklerini göstermişti. Mesela, Uhud Savaşında müşriklerin bütün güçleriyle Peygamberimizi şehid etmek için saldırdıkları sırada vücudunu ona siper edenlerden biri de oydu.

Bir ara müşriklerden bir grup Resulullaha (a.s.m.) doğru geliyordu. Resulullah, Hz. Ali'ye müşrikleri karşılamasını emretti. Hz. Ali hücum edip hepsini darmadağın etti. Birisini de öldürdü. Az sonra bir başka grup daha saldırdı. Peygamberimiz onları da Hz. Ali'ye havale etti. Hz. Ali onlardan Şeybe bin Malik'i öldürdü.

Bunun üzerine Cebrail (a.s.) Peygamber Efendimize geldi ve "Ya Resulullahlah! Ali'nin yaptığı büyük bir iyilik ve civanmertliktir" dedi. Peygamberimiz de, "O bendendir, ben de ondanım" buyurarak Hz. Ali'yi taltif etti. Cebrail, "Ben de her ikinizdenim" buyurarak bu taltifi daha da låtifleştirdi. Bu sırada semadan şöyle bir ses işitildi: "Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç olmaz." (Hz. Ali’nin Hz. Muhammed tarafından verilen Zülfikar adındaki kılıcında yazılı olan “La feta illa Ali - La seyfa illa Zülfikar” (Ali gibi genç, Zülfikar gibi kılınç yoktur.) Ördek sudan, Ali ölümden korkmaz.

Hz. Ali Uhud Savaşında müşrikler tarafından bir kaç defa yere düşürülmüş, ama her defasında Cebrail (a.s.) tarafından ayağa kaldırılmıştı. Hayber'in fethi güçlükle gerçekleşmişti. Çünkü Hayber, volkanik bir arazi üzerinde sağlam kalelerden meydana gelmiş bir yerleşim yeriydi. Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu burada oturuyordu. Muhasara devam ederken, bir gün Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

"Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever, o da Allah ve Resulünü sever. Allah onun eliyle fethi gerçekleştirecektir."

Bu söz üzerine mücahidleri bir merak sardı. Kimdi bu büyük şerefe nail olacak insan? Sahabîlerden birçoğu bu şerefe kendilerinin erişmesini arzuluyordu. Bunlardan biri de Hz. Ömer'di. Bu hâdise için, "Kumandanlığı o günkü kadar hiç bir zaman arzu etmedim. Sancak için çağırılırım ümidiyle bekledim" demiştir.

dört gözle sabahı bekliyordu. Nihayet beklenen an geldi. Peygamberimiz, "Sancağı getirin" buyurdu. Sancağı getirdiler. Resulullah (a.s.m.), "Ali nerededir?" buyurdu. Hz. Ali geldi, fakat gözlerinden rahatsızdı. Resulullah mübârek eliyle gözlerini meshetti. "Allah'ım! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını Ali'den gider" diye dua etti. Sonra da "Allah sana fethi nasip edinceye kadar yürü!" buyurdu. Gözlerinin ağrısı geçen Hz. Ali hedefe doğru ilerledi.

SÜRECEK