Öyle bir böldüler ki bizi hem de tam ortadan şaklamacasına,  yeniden bir araya gelip de Kurtuluş Savaşı günlerinde olduğu gibi tek yumruk olabilmemiz artık hayalden de öte bir ütopya oldu galiba. Atıldı köprüler yeniden kurulmamacasına…

Bakıyorum da, hiç birimizin kendi %50’sinin ne yaptığıyla ilgilendiği yok; hepimizin gözü de diğer %50’nin ne yapıp yapmadığı ya da ne söylediğinde. Tüm çabamız bir açık ya da yanlış bulup ortaya çıkararak başa kakmak için…

İnsanımız hipermetrop göz kusurlu gibi burnunun dibindekileri görmez oldu; başımızı eğip de bakmıyoruz bile. Herkes, bize bakmamız için işaret edilen ta uzaklardaki mini minnacık bir noktada kusur bulmanın arayışı içinde…

Bugünü yaşayıp, bugünü konuşuyoruz cümle âlem olarak. Düne dönüp de ayıplarımızın ortaya çıkmasını hiç birimiz istemiyoruz. Herkes yandaşının ayıbını örtme, inkâr etme, savunma ve de o ayıplara bahane uydurma telaşında…

“Alın, bu kadarını öğrenmeniz size yeter, gerisini bilmeseniz de olur.” denilerek TV kanalları aracılığıyla bize layık görülen bilgileri ezberledikten sonra, ertesi gün bunları papağan gibi tekrar ederek birbirimize karşı boğazımız yırtılırcasına savunma uğraşındayız. Neyi ne için savunduğumuzu bilip de anlamasak bile…

Kraldan çok kralcı olmanın uzmanı olduk. Kafamızdaki suçlunun hem savcısı hem hâkimiyiz ve anında yargılayıp hükmü de hemencecik boynuna asıveriyoruz. Sonrasında Azrail’i de, celladı da yine biziz tabii ki…

Elimizde kazma kürek, yandaşımızın ayıplarını var gücümüzle örtmeye çalışırken; öbür %50’cilerin açıklarını ortaya çıkarabilmek amacıyla ha bire sallıyoruz kazmayı. Ve bulduğumuz pireleri deve yaparcasına büyük bir iştahla ağzımızdan köpükler saçarak saldırıyoruz karşı cenaha…

Doğruyla yanlış birbirine öyle bir karıştı ki, bu saatten sonra hiç kimsenin işin içinden çıkabileceği de kalmadı. Beyaz beyaz gibi değil, siyah da siyaha benzemiyor, her şey gri oldu adeta. Zaten, doğru gibi doğrunun peşine düşenimiz de pek yok. Çünkü doğruların değil, kendimizin ve ait olduğumuz %50’nin çıkarlarının tartışıldığı bir dünyada yaşar hale getirildik… 

Kimseye güvenimiz kalmadı. Herkesten ve her şeyden kuşku duyan bir toplum haline geldik. Her davranışın altında bir çıkar ilişkisi aramaya öyle bir alıştırıldık ki, çok ender de olsa gördüğümüz gerçek doğrular karşısında apışıp kalıyor, bunu niye yaptığına hiçbir anlam veremiyoruz…

En kötüsü de ne biliyor musunuz? Tüm bunları yaparken de hiç elimizden düşürmediğimiz ve her sıkıştıkça kullanmaktan çekinmediğimiz en önemli araç kutsal dinimiz oldu. Korkarım ki yaşadığımız bu karabasanların suçunu da hiç utanmadan ona yükleyip sıyrılacağız işin içinden…

İnsan ve değer öğütme uzmanı olduk. Bin bir emekle yetiştirdiklerimizi bir çırpıda yok etmek için akla hayale gelmeyecek yöntemlerle ha bire saldırıp sinek gibi ezmeye çalışıyoruz.  Öyle ki, aramıza girip kavgayı ayıracak, yanlışlarımızı söyleyerek bizi yerimize oturtacak ve tavana vuran sinir katsayımızı yatıştırmayı becerebilecek çevremizde kimseyi bırakmadık; yok ettik hepsini de…

İYİ DE, ŞİMDİ BİZE KİM DUR DİYECEK?

DÜŞÜNEN SÖZLER:

·     Başkalarının kusurlarını tartarken, parmağıyla terazinin kefelerini bastırmayan insan pek enderdir. Langenfeld

·     Küçük işlere gereğinden fazla önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir. EFLATUN

·     İnsanların dünyanın sonuna kadar, kurtlar gibi birbirlerini yiyip bitirmelerini seyretmek istiyorsan, kollarını bağlayıp sakinlik içinde durmak en bulunmaz çaredir. E. ZOLA

·     Adaletin bulunmadığı yerde herkes suçludur. DUVERGER

·     Adil davranmadıktan sonra,

Hacı hoca olmuşsun kaç para.

Hırka, tesbih, post, seccade de,

Allah kanar mı bunlara. 

ÖMER HAYYAM