Gün karanlığı bir bıçak gibi kesip, yüzünü aydınlığa dönerken, güneşin o muhteşem ışıklarıyla uyandı. Etrafına bakındı ve tanıdık bir şey bulamamanın hiçliğiyle sarsıldı. Sarsıldığı bu hiçlikle yanında öylesine sırtı dönük yatan adamı gördü.
Yanında yatan bu adamın kim olduğuna dair kafasında tanıdık bir anı aramaya başladı, ama beyninde ona dair, kendine dair, kim olduğuna dair bir anı bulamadı. Yanında yatan bu adama dair anı değil de, kendine dair bir anı bile bulamamak, beyninin düşünen merkezini uyuşturdu. Kendi adını bile unutmuş olduğuna şaşırdı. Yataktan sessizce kalkıp etrafında kendini görebileceği bir ayna aramaya başladı, ama etrafta ayna bulamadı. Etrafta ayna bulamayınca banyoyu arayıp buldu ve aynada kendini gördü, ama aynaya yansıyan suretin kendinin olmadığını sandığı için sessizce içinden çığlıklar attı. Aynadaki suretini değiştirmek için, aynaya uzun süre gözünü bile kırpmadan baktı. Aynaya yansıyan suretinden küçük küçük seslerin geldiğini fark etti, korkmaya başladı. Dikkatini gelen seslere verdi ve ne dediğini anlamaya çalıştı. Birden küçük küçük seslerin kocaman harflerle ona “Nerva” diye seslendiğini duydu. “Demek ki benim adım Nerva “dedi. Anılarını unuttuğu beynine sorularla en keskin oklarını fırlatarak sormaya başladı. Ben kimim? Neden buradayım? Neden tanımadığım bir adamın yatağındayım? Diye sorular soruyordu ama beyni hiç birine cevap veremiyordu. “Herhalde bir rüya görüyorum” dedi ve gözlerini kapatıp rüyadan uyanması için kendini cimdiklemeye ve yanaklarına vurmaya başladı. Gözlerini açtı ve yine aynanın karşısındaki tanımadığı suretle karşılaştı. Bu sefer musluğun soğuk suyunu açtı ve kafasını musluğun içine soktu. Soğuk su sanki saçlarının diplerini uyuşturuyordu. Kafasını musluğun içinden alıp, havluyla sardı ve tekrar aynaya baktı. Aynada yine kendisini göremedi ve tanımadığı suret ona aynadan gülümsüyordu. İçinden, o gülümseyen suretin o gülümseyen ağzını iki eliyle tutup yırtmak istedi. “Sanki benim bu durumumdan zevk alıyor” dedi. Havlu uzun saçlarının hepsini saramadığı için ucundan sular damlıyordu. Akşamdan kalan makyajını silmediği için gözlerinin çevresi de siyah boya halkaları olmuştu ve bu haliyle aynen bir vampire benziyordu. Saçlarından sular damlaya damlaya ve korkarak odaya geçti. “Burası bir otel odasına benziyor ve benim bu otel odasında ne işim var?” dedi.
Yattığı yatağın başucunda yazılı bir beyaz kâğıt gözüne ilişti. Mektubu alıp, yatağında yatan adamı uyandırmadan balkona çıkıp okumaya başladı.
Sevgilim, yüreğimin hüzünlü gelinciği,
Biz seninle beş yıl önce bir sonbahar mevsiminde, yerlere yapraklar usul usul düşerken birden, gözlerin de gözlerime düştü. Gözlerimiz birbirlerini görür görmez tutuldu. Gözlerin öyle güzel bakıyorlardı ki o gözlere âşık olmamak elimde değildi. Aşk kelimesini duygularımızla, tenimizle ete kemiğe büründük ve birbirimizi delice sevdik. Sana âşık olduktan sonra, bir zamanlar aşkı ulaşılmaz olarak düşündüğüme hayıflandım. Bir gün fındıkkabuğunu doldurmayan bir sebepten dolayı çok fena kavga ettik ve ben yurtdışından gelen iş teklifine o sinirle evet dedim, gittim. Senden sonra yitirilmiş kentlerde buldum kendimi. Avuçlarımda, kırılan aynalarda, çoğalan yüzlerimde kendimi bulamadım. Aynanın kırılan parçalarının hiç birinde ben yoktum. Tarkovski “Mühürlenmiş Zaman”ın Giriş ’inde “Bir kez olsun aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır” diyor. Seni unutmayı beceremedim ve beni anlayacağını umarak, sana geri döndüm.
“Bugünün yağmurunu yarına ertelemek” olası değildir diyor Gorki. Üç yıl senden uzak, kendimden uzak debelenip durdum. Aslında giderken içimde seni de götürmüştüm. Bu yolculuğa çıkmak zorundaydım ve sana anlatmadığım, senin bilmediğin çok şeyler oldu hayatımda. Orası başka hikâye! Ben sana sadece, bende senin görmek istediklerini sundum, ama bir türlü yapamadık.
Bazen aynanın karşısına geçer, senin dokunduğun yüreğime dokunur, ağlardım. Erkekler ağlamaz derler ya külliyen yalan. Ben senden gidişlerde kaç gözyaşı döktüm saymadım. Çoğu zaman sana yazmak çok istedim ama “Canlı sözcükler yerine ölü harfler” kullanmaktan şikâyet eden Puşkin gibi şikâyetim vardı. Bu gidişle aklımda, kalbimde çoğalmış olan bütün insanlardan kendimi geri alarak gitmek istemiştim ama aklım ve kalbimin senin ellerinde olduğunu çok geç anladım.
Her gün, Güneş karanlığı yara yara kızıl hüzmeleriyle yavaş yavaş sarıya dolanıyordu. Sabah oluyordu ve ben hala uyuyamadığım için yatağın içinde düşündüklerimi kovmaya çalışır gibi dönüp duruyordum. Aklımdaki bütün fotoğraflarını yan yana getirmeye çalışıyor ve aklımın derinliğinde biriken bütün görüntüleri bir araya topluyordum. Gözlerimin aynasında birçok görüntü beliriverdi ve içlerinden seni bulup çıkarttım. Ellerimin değdiği ipek gibi teninden parmaklarımı geri almayı başaramadım ve tekrar sana geldim. Sen ise çok hastaydın. Beni deli gibi seven insanın yerine beni hiç tanımayan bir insanla karşılaştığımda kalbim çok acıdı. Her gün yeniden sevdirmeye çalıştım kendimi. “Batık teknesinin enkazına tutunmuş kazazedenin aklına, neler yitirdiğinin hesabını yapmak gelmez” diyor Colette. Ama ben seni yitirmiştim ve yeniden yitirmek istemiyordum. Genç yaşta Alzheimer hastası olmuştun ve bu hastalık yavaş ilerleyen, sinsi bir hastalıktı. Beyin’indeki sinir hücrelerini yok etmeye başlamıştı. Senden hiç vaz geçmedim. Tüm her şeye rağmen seninle evlendim. Şimdi ise balayındayız. Korkmana gerek yok canım.
Mektubu bitirip odaya döndü, sorduğu sorular bir bir cevabını bulmuştu. Yere oturup evlendiği adamın uyuyan yüzünü incelemeye başladı. Birden ayağının dibinde bir kitap olduğunu fark etti. Kitabın katlanılmış sayfasını açtı ve altı çizili cümleleri okumaya başladı. “Henüz bilmiyorsun; açtıkça gözlerini kendi içinden başka bir yere, gerçeği kendi içinin dışında bir yerde aradıkça ona hiç ulaşamayacaksın. Üstelik aradıkça kaybolacak, buldukça yok olacaksın. Kurtulmaya çalıştığın bir lunaparkın baş döndürücü kalabalığında bir türlü kapıyı bulamayacaksın” diye yazıyordu. Mustafa Kutlu/ Lunapark hikâyesinde.
Ayağa kalktı ve içinden “ben kapımı buldum” dedi. Sevdiği adamın yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.