ZAMAN, NEDEN ACININ KAPISIZ ODALARINDA DONAR?
Unutamadığı;
Şehrin en yeşil yerini, "onu" izliyordu. İzleme sırası ondaydı. Oysa ki bu taş yığınının arasında, şehrin en güzel, en yeşil yeri diye seviyorlardı, uzaktan. Orada o anda olacaklarını düşünmeden. Düşünmek ürkütücüydü. Her şey durmuştu, zamandan başka ve saat hala işliyordu. Duran sadece yürekti.
Denizden gelen rüzgârın saçlarının arasından süzülüp, yüzünü okşamasını ve gözyaşlarını alıp savurmasını umursamadan saatlerce oturdu bankta. Yapayalnızdı. Uzun boylu, zayıf, gözleri hazan yaprakları renginde ve nadiren gülümseyen incecik dudakları olan bir kadın. İradesinin dışında, gücünün ötesinde, ruhunun ta derinliklerinde fırtınalar kopuyordu. Vakit ölüme beş kala Türkan Şoray filminde olduğu gibi. “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu. Sevgi emekti..." Sevdiğinin; son nefesi, boğazını düğümleyen cümleleri usulca dökülüyordu, dudaklarından. "Sen benim bayramımsın. Senin sevgi dolu gözlerle gözlerimin içine bakışın bir bayram sabahı gibi aydınlık ve umut dolu” diyordu.
Hayattan kopup giden her insan, geride kalanın kanatlarını da yanında götürürmüş. Yaşamak için ise, yeni kanatlara ihtiyacımız varmış ve her şeye acemi kalıyormuşuz. Uçmayı yeni öğrenen bir kuş gibi dalın en tepesinde öylece bekleyip duruyormuşuz ve aşağısı uçurummuş. Ya düşüp ölecek ya da uçmayı öğrenecekmişiz. Yine yeniden. Aslında düşüp ölmek istermişiz, ama ne kadar düşerseniz düşün kanatlarınız varken ölemezmişsiniz. Kanatlarınız aslında umutlarınızmış. Hayali bulutlardan resimler yapıp aklımızın uçurtmalarına, ama bir türlü uçamazmışsınız. Bin bir emekle, umutla, hayalle yaptığınız kumdan kaleleriniz yıkılıverir ve denizden sahile yanlışlıkla düşmüş bir balık gibi çırpınır dururmuş yüreğiniz. Ölüm, hayatın başka yoluymuş. Her şey çare olunurmuş da bir ölüme yokmuş.
Uzun boylu, zayıf, gözleri hazan yaprakları renginde ve nadiren gülümseyen incecik dudakları olan bir kadın. Her şeyi durdurmuştu, zamandan başka ve saat hala işliyordu. Duran sadece yürekti. Acının keskin ucu açıktı, yüreğinde. Bir şairin en güzel dizelerinde kaybolmak gibi, cümlelerindeki mutluluk kelimeleri kayıp olmuştu
‘Ey sevdiğim’le başlayan cümleler, kalbinin, beyninin odalarından hep seslenecekti. Duyabilir miydi ki?
Okuduğu kitabın arasında, öylece duran bir beyaz kâğıt geçti eline ve içindekileri yazdı. “Evimin kapı kolları tanıdık dokunuşlarını özlüyor olacak, ben özlüyor olacağım. Biliyor musun? Beni yalnız sanmasınlar diye. Cansız ayakkabılarını dizdim, kapımızın önüne. Senin kokunla dolu bir evde kalabalıktım aslında.
Ah be yar, kalbimin ahşap odaları gıcırdıyor. Bir gürültüyle sanki kıyamet kopuyor ve hiç bir aynada yüzümü bulamıyorum. Sen tasalanma, kırdım bütün aynaları ama kırıklar ellerime ve yüreğime battı ve çok acıyor. Gelsen ve öpsen iyileştirsen yaralarımı diyordu. Uzun boylu, zayıf, gözleri hazan yaprakları renginde ve nadiren gülümseyen incecik dudakları olan bir kadındı.
Yağmur vuran camdan saatlerce dışarıları seyrediyordu. Camda yağmur damlalarından oluşan çizikler, yüzünün hüznüne denk geliyordu. Dışarıdan görenler onun ağladığını sanıyordu. Oysa ki o, sevdiği öldüğü zamanlarda saatlerce, günlerce ağlamıştı aslında, şimdi de ağlamak istiyordu, ama göz pınarlarından yaşlar artık kalbinin odalarına akıyordu. Mırnav kedisi geldi yanına ve usulca yüreğine dokunmak ve yüreğinin acılarını almak istedi, ama yapamayınca kucağına oturuverdi. Birlikte yağmur damlalarından oluşan çiziklere dalıp gitmiş gibi gözükse de, o zamanın en acı yerinde zamanı durdurduğunun farkında bile değildi. Oysa ki Saatin tik takları işliyordu. Sevdiği gelecekmiş gibi öylece camdan bakıyordu ve dışarının gürültüsünde bir ayak sesi arıyordu. Uzun boylu, zayıf, gözleri hazan yaprakları renginde ve nadiren gülümseyen incecik dudakları olan bir kadın.