Bizim köyde yol güneyde, bağların başından başlayarak bayır aşağı iner, güney-doğuya kıvrılır. Sağlı sollu bağlarla çevrili bir vadi uzanır yol boyunca, komşu köyün tarlalarına kadar. Yol burada bitmez elbette, komşu köye, ilçeye en yakın köy olan Eskiyapar’a kadar uzanır, oradan da ilçeye, Alaca’ya.
Vadinin sonundaki bağımızdan sepetlerle çok üzüm taşıdım evimize, kardeşlerimle birlikte. Kız kardeşim Safiye ile üzüm taşıdığımız bir gün kesilip yol kenarına bırakılmış ağaç gövdesine uzanıp güneşlenen yılandan ölesiye korkmuştuk. Ürkütmemeye çalışarak yolun karşı kenarından korkuyla geçip gitmiştik. Bağımız çok uzaktı, çok yorulurduk. Yoldan geçen bir komşu zorlandığımızı görür, sepetimizi taşımaya yardım ederdi. Artık o bağların çoğu yok, sahipleri bozup tarlaya dönüştürmüş. Bizim bağımız hâlâ bozulmadı. Üzümünü mevsimlik çalışanlar topluyor; ne ben, ne kardeşlerim kimse gidip pekmez, şarap, rakı yapmakla uğraşmıyor. Oysa boğma rakı çekmenin, küplere şarap vurmanın, pekmez kaynatmanın çok önemli bir yeri var köy yaşamında. Biz çocuklar için eğlenceli yanları olmakla birlikte verilen emek de o kadar değerliydi. Kendi kışlıklarımızı ve demliklerimizi kendimiz yapardık.
Şu sıralar o ortamı bulamıyoruz. Köyde oturan kalmadı ki köy ortamı oluşsun. Çocukluğumda yüz on üç hane olan köyde en fazla on iki, on üç hane sürekli kalıyor. Sadece yazları köye gelen çoğalıyor. Kente taşınanların çoğu ‘şeherli’ oldu. Köye burun büker oldu. Var olan arazilerini ya sattı ya da ortakçıya verdi.
Yolun başında kocaman bir kaya kütlesi var, ‘nişan kayası’. Neden nişan kayası dendiğini bilmiyorum, sanırım dışarıdan gelenlerin köye yaklaştıklarını anlamalarının bir nişanı, imi, işareti olarak düşünüldüğü için bu ad verilmiş. Yabanda yalnız yürüyen birisinin bir yerleşim noktasına ulaştığını gösteren bir nişan, bir işaret kişiye güven verir. Bunu bana kimse anlatmadı, kimseden duymadım, benim yorumum. Bir bahar yağmurdan, yaştan bu kaya kaymış yolu tıkamış. Komşulardan biri ertesi sabah bağlara doğru kağnısıyla giderken yolun tıkalı olduğunu görmüş, kağnıyı, öküzleri orada bırakıp köye dönmüş.
Konuya, komşuya, muhtara, bekçiye durumu bildirmiş. Kalabalık bir grup kazma ve kürekleriyle yola çıktı, biz çocuklar da peşlerinden. Gün doğumuyla gözlerini açan, karanlık basıncaya kadar yemeğe bile gelmek istemeyen ilkokul öğrencileriyiz. Köyün içinde koşturup duruyoruz. Şimdiki gibi çocuklara ne olur, başlarına bir şey mi gelir endişesi yok. Her erişkin her çocuğu kollar, daha çok da vahşi bir hayvan saldırısından endişe duyulur, başka bir şey akla gelmez. Günümüzde öyle mi? Anlı şanlı kurslarda çocuklara neler yapıldığını izliyoruz medyadan; ne akıl almaz sapıklıklar, vahşetler yaşanıyor. Toplumun bu ortama nasıl yuvarlandığını sosyologlarımız ve psikologlarımız derinlemesine inceleyecektir.
Kayayı urganlarla bağlayıp, öküzleri koşup sağa sola oynatmaya, yoldan çekmeye çalışıyorlar. Bizleri yaklaştırmıyorlar, uzaktan izliyoruz. Kaya aniden yuvarlanır da birimizi ezer diye endişeleniyorlar. Sert buyruklarla, azarlayarak bizi uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Ama biz meraklılar birkaç geri adım atıp izlemeye devam ediyoruz. Öküz böğürtüleri, öküzleri gayrete getirmek için “Ha babam, ha!” haykırışları birbirine ekleniyor. Bazıları da kayanın önüne sağına, soluna küreklerle oyuklar açmaya, kayayı kımıldatmaya çalışıyor ama kaya bana mısın demiyor. Ancak saatler süren uğraşlardan sonra kaya yoldan geçişi sağlayacak kadar yana çekilebildi.
Yerinde mi, bir tarafa yuvarlanmış mı diye yoklarım. Mesafe çok uzak değil, topu topu bir kilometre, mezarlığa çok yakın. Kaya hâlâ orada; burası benim, buradan kalkmam, beni yerimden edecek güç olamaz, der gibi bağların başında durur. Bağlarımızın iyi bakıldığı o yıllarda bir de bağ bekçimiz vardı, vadinin en yüksek tepesine keliğini (bekçi kulübesi) kurar bütün vadiyi göremese de büyük çoğunluğunu görür, gireni çıkanı denetlerdi. Nişan kayası bağ bekçisi gibi vadi girişinde yerleşik dururdu. Belki de Hitit atalarımızın inandığı tanrılarından biri yerleştirmiştir, bağlarımızı korumak üzere. İlk biranın Hititlerde yapıldığını biliyoruz yazıtlardan. Şarap ve rakı da yapılmış olabilir. Gelenekler yüzyıllarca babadan oğula, anadan kıza aktarılır. İlk biranın Hititlerde yapıldığı gibi rakı, şarap, pekmez yapımı da geleneksel olarak o zamanlardan kalmıştır, denebilir.
Son gidişimde Nişan Kayası’nın yol yapımına kurban gittiğini görmek çok üzdü beni. Bu güzelim kaya nasıl parçalanır? Yüz yıllardır yerinden kıpırdamayan kaya nasıl dinamitle un ufak edilir, korumaya alınması gerekirken? Yerinde taş parçaları yığılı şimdi. Aynı akıbete Alacahöyük – Samsun Yolu üzerindeki Sağır Kaya da uğramış, parçalanmış. Yerlerinde yeller esiyor her ikisinin.
İnsan doğayla iç içe yaşayınca kayayla, ağaçla, tarla ve orman kuşlarıyla sohbet de geliştiriyor, doğadaki canlılarla bütünleşiyor, huzur buluyor. Bazen tarla kuşları yolda yürürken sizi izler, uzun süre uzaktan gözler, oyun oynar gibi. Köye olabildiğince sık gitmeye çalışırım. Orada bulduğum rahatı, sükûneti, huzuru kentte bulmak olanaksız. Kentlere bu kadar yığılmanın olumsuz etkileri de beraberinde getirdiği artık gözle görülür, elle tutulur hale geldi. Kentlerin sokakları şöyle dursun, parkları dahi gürültü içinde! Parkta çocuk sesi duymak çok hoşuma gider, geleceğimizi izlemek keyif verir, mutluluk duyarız. Çocuk sesinin geldiği her alan sevginin, insan olmanın da geliştiği alanlardır. Ellerimizde büyüyen, omuzlarımızdan inmeyen torunlara bizlerin sevgisi akar, onlar da insan sevgisiyle büyür.
Her yolu tıkayan kaya kolay kalkmıyor yerinden. Gerçi, altmış yılık varlığı daha önce de kim bilir kaç asırlık varlığı, bizimle bir bağ da oluşturmuştur, gözümüz alışmıştır ‘nişan kayasına’. Ancak yuvarlanıp düştüğü yolun ortasında da kalamazdı bizim koca nişan kayamız. Bu anlattıklarım 60 yıl öncesinin öyküsü, günümüzde ne kağnı kaldı, ne bağbozumunda üzüm toplamak için kağnıya sabitlediğimiz şinevit. Hemen hemen herkesin evinin önünde birer traktör var. Aslında, birkaç köylü birleşip güçlü bir traktör edinse ve kendi tarlalarının sürüm, ekim işlerini kendileri ortaklaşa yapsa, birkaç traktöre gerek kalmaz, maliyet daha da düşer. Ama ‘bak onun da evinin önünde traktör var’ denmesi kendilerine bir varsıllık payesi çıkarıyor, kanımca. Bizimki gibi 100 – 120 dönümlük, bölüne bölüne iyice küçülen arazi parçalarının işleri için traktör çok gerekli değil. Arazi en az 300 dönüm olmalı ki traktör almaya değsin. Hem bu arazi bölünmelerine de bir son verilmeli. Eldeki arazi aile bireylerinden isteyen birine bırakılmalı, o da araziden elde edilenleri masraflar çıktıktan sonra eşit olarak dağıtmalı. Böyle olmazsa, aile bireyleri arasında belli aralıklarla dönerli olarak işletilmeli.
Bazı insanlar da bizim bağların başındaki nişan kayası gibidir; geldikleri, çöktükleri veya oturdukları yerden kalkmak bilmezler. Oturdukları yer ya bir siyasal partinin başkanlık koltuğudur, ya bir sendika veya benzeri sivil toplum kuruluşlarından birinin. Bir dernek, bir sanat kurumu, bir dergi ortamı ve çevresi, bir spor kulübü de olabilir. Ya da siyasal akımlardan birinin başındadır. Yer neresi olursa olsun, kişi kim olursa olsun bulunduğu yere öyle bir yapışmıştır ki veya kendisini öyle bir kabul ettirdiğine inanır ki çöreklendiği postu, koltuğu, bilirkişiliği bırakmak, kendisinden daha genç, daha dinamik birisinin oturması için terk etmek akılının ucundan bile geçmez. Akıllarında bulundukları noktada yapılacak işleri kendilerinden başka kimsenin yapamayacağı vardır. O kurum veya kuruluşun vazgeçilemez üyesi olduklarını sanırlar. Bırakırlarsa evlerini, yurtlarını bırakmış gibi duyumsarlar. Bu bırakamama güdüsü öyle içlerine işlemiştir ki kendilerinden daha farklı görüş, planlama ve değerlendirme yapanları rakip olarak görür ve bertaraf edilmesi gereken unsur olarak düşünürler. Sürekli kendilerini gösterecek bir atılım yapma, bir toplantı, bir etkinlik düzenleyerek kendi yerini pekiştirme yolları ararlar. Bazen birkaç satır yazıyla, bir çizimle veya fotoğrafla kendilerini anımsatırlar, iş yaptıklarını sergilemek isterler. Bu ise etrafındakilerle uyuşmamayı, küçük gruplara bölünmeyi, ayrılmayı ve içinde bulundukları yapının küçülmesini getirir. Bu sekter davranışlar o topluluk içinde yer alanlarda hoşnutsuzluk, umduğunu bulamama doğurur. İnsanları soğutur, o kurumda ya da yapılanma içindeki işlerin aksamasına neden olur. Düzeltilmesi yeni çaba gerektirir, uzun zaman alır.
Bu tip insanların etraflarında yarattıkları olumsuz etkinin farkında olmadıkları düşünülemez. Farkındadırlar. Oturup ben ne yapıyorum, neden ısrar ediyorum, ne kadar bulunduğum yeri doldurabiliyorum diye düşünmeleri ve yeni, dinamik, daha yetenekli ve yetkin genç arkadaşlarının önünde kaya gibi durmamaları, çekilmeyi bilmeleri bilgelik olacaktır, tutulacak doğru yol olacaktır. Bizim nişan kayasını çektikleri gibi, tıkadıkları yerden güç-bela uzaklaştırılmak yerine, kuruluşun kuralları ve tüzüğü uyarınca, genel eğilimler dikkate alınarak, demokratik seçimlerle hatta kendi önerileriyle yerlerini bir başkasına bırakmaları akla uygun bir davranış olur. Bir insan bulunduğu yerdeki zamanının dolduğunu bilmeli ve bir bilge olarak kendilerine danışılmasını beklemeli.
Yazıya başlarken yalnızca ‘nişan kayası’nı konu edinmeyi hedeflemiştim. Kaya kayayı çağrıştırdı. Her kayanın varlığı nişan kayamız gibi umut verici durmuyor, geçidin önünden çekilemiyor, bazen geçitler sürekli tıkanıyor, yolun açık olduğu koşullarda alınacak mesafenin önemi keşke’lerde kalıyor, geçen zamana hayıflanmak da kâr etmiyor. Keşke dediğiniz zamanlarınız olmuyor mu? Benim çok. Dersler çıkarıyoruz deneyimlerimizden ancak çoğu kez geç kaldığımızı da görüyoruz.