Bir söyleşiden alınmış sözde;
“Yasanın önünde bir kapı bekçisi durur. Taşralı bir adam bu bekçiye gelir ve ondan kendisini içeriye bırakmasını rica eder. Ancak bekçi, onun yasanın içine girmesine şimdi izin veremeyeceğini söyler…( Yasanın Önünde, Kafka)
Yasa; örgütlenmiş bir toplumda devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama erklerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların hak ve ödevlerini, özgürlüklerini saptayan ve düzenleyen, diye anlatılmış.
Yazımda böyle de uygulamada ne kadar bağlıyız yasaya?
Yasanın önünde bir bekçi duruyor, istediğini içeriye alıyor, istemediğini yolluyor.
Bekçi yasayı önce tasarlıyor kafasında,
Sonra geliştiriyor,
Yapım öncesini hazırlıyor,
Yapıyor,
Yapım sonrasını dağıtıyor,
Oyuncuları belirliyor (her nedense başrol oyucusu hep kendisi oluyor)
Yani kısaca,
Bekçi hem senarist,
Hem prodüktör,
Hem rejisör,
Hem oyuncu
Kendisini sevenlere ve destekleyenlere yardımcı aktör ya da artist rolü veriyor.
“Cellâdına âşık olmuşsa bir millet,
İster ezan ister çan dinlet,
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstehaktır ona her türlü zillet”
Anlamıyorum ve adeta travma geçiriyorum.
Özellikle Türk kadını düşüncelerini ve yaşam tarzını böylesine rehin alana nasıl tapar?
Ben Cumhuriyet kadını olarak acı çekiyorum.
Bir yerde okumuştum; rehinenin kendisini rehine alan kişiyle olası diyalog sürecinde oluşan, duygusal anlamda sempati ve empati oluşturması hastalıkmış. Bunun adı da Stokholm sendromuymuş.
Bir kadının kendisini zora sokan, üzen koşulları kabullenmesi, benimsemesi hatta savunması, sıkıntıya sokan koşulları oluşturanları görmemesi, ezilmesine rağmen ezenin yanında yer alması anlaşılır gibi değil.
Her yeni yılda yeni umutlar doğuyor içimizde
Güzel günler gelmesi dileğiyle…
Her Gününüz Güzel Olsun.