Cemre tırmandı. Sırt çantası rahat devinimini zorlaştırsa da çıkabildi ağacın doruğuna. Kayaya doğru uzanan daldan da Emre’nin yardımıyla kayanın üzerine geçmeyi başardı. Heyecanlanmış, yüreği pır pır atıyordu. Ardından Özgün de çıkıp ulaştı onların yanına.
“Asıl zor olan buradan ötesi,”
“Evet, dedi Özgün. “Umuyorum, onu da başaracağız.”
“Ben öne düşüyorum. Beni izleyin!”
“Cemre, sen de aramızda yürü,”
“Tamam!”
Kayaların yüzünde yer yer ardıçlar vardı. Kayalara yukarı tırmanırken zaman zaman bunların dallarından da tutunarak destek alıyorlardı. Bir iki kayayı çıkıp, o iri kayanın burnuna kadar vardılar. Üst yanlarında dimdik, devasa bir kaya kütlesi vardı. Aşağısı uçurumdu. Daracık, tehlikeli bir geçide doğru kaya çıkıntılarından tutunarak ilerlediler.
Emre durdu. Çantasını da sırtından sıyırıp çıkararak:
“Siz burada durun. Ben bu geçidi geçip öte yana bir bakayım.”
“Aman dikkatli ol Emre!”
“Merak etmeyin.”
Emre geçidi dikkatli bir biçimde öte yüze aşıp, gözden kayboldu. Onlar da orada oturup Emre’yi beklemeye koyuldular.
“Allah’ım,” dedi Cemre. “Kurtar bizi buradan!”
“İçimden bir ses, mutlaka kurtulacağımızı söylüyor.”
Saniyeler, saat kadar geldi onlara. Bekledikçe merak ve heyecanları arttı.
“Sahi ben niye bekliyorum ki? Ben de gitseydim ya Emre’yle.”
“Aman dur! Beni yalnız bırakma burada!”
Çok sürmedi; Emre geçitten döndü. Ter su içinde kalmıştı. Yüzünden bir şey anlamak mümkün değildi.
“Ne oldu?” diye sordu Özgün merakla.
“Çıkış yolu var mı Emre? Söylesene!..”
“Üzgünüm,” dedi. “Size müjdeli bir haber getirmek isterdim ama. Ne yazık ki o müjdeyi veremiyorum.”
“Olamaz!” dedi Cemre. “Bu bir karabasan olmalı!”
“Nasıl olur yav?” dedi Özgün. “Mutlaka bir çıkış yolu olmalı. Sen bize kötü bir şaka yapıyorsun galiba? Gidip kendim bakacağım!”
Emre gülmeye başlamıştı:
“Şaka şaka,” dedi. “Gözümüz aydın. Kurtulduk sayılır.”
“Şu müjdeyi adam gibi verip; sevincini de adam gibi yaşatsana be kardeşim,” dedi Özgün. “Böyle tatsız şaka olur mu şu ortamda? Ama bu müjden her şeye değer doğrusu. Gel seni bir kucaklayayım.”
Emre’yle kucaklaştılar.
Cemre’nin sevinçten sinirleri boşalmıştı. İçini çeke çeke ağlıyordu.
“Niye ağlıyorsun Prenses?” dedi Emre. “Kurtulduk işte, sevinsene!”
Cemre, hem Emre’yi, hem de Özgün’ü kucakladı, öptü sevincinden.
“İnanamıyorum!” dedi. “Kurtulduk demek!”
“Kurtulduk Prenses, kurtulduk diyorum ya! Bir an önce uzaklaşalım şu tehlikeli yerden.”
“Allah’ım sana şükürler olsun!” dedi Cemre.
“Şükürler olsun,” dediler Emre’yle Özgün.
Geçit biraz dar, aşağısı uçurumdu. Birbirlerine yardımcı olarak kaya çıkıntılarından tutunarak güçlükle geçtiler. İleride aşamalı bir kayalık vardı. Ardıçlar ve meşeler kayaların çatlaklarında kökleriyle yaşama nasıl tutunmuşlarsa; onlar da, onların dallarına bir can simidi gibi öyle tutunup tırmandılar kayaları. Ağaçların dalları ve kaya çıkıntıları sayesinde fazla zorlanmadan dikkatli bir biçimde birbirlerine destek olarak çıktılar yukarılara.
Kurtulmuşlardı. Bundan ötesi kolaydı.
Yandaki küçük dereciğin başladığı yere kadar arkalarına bakmadan tırmandılar. Kayalık bölüm sonlanmış, arazinin eğimi tepeye doğru düzleşmeye başlamıştı. Yorulmuş, terlemişlerdi iyice. Güneş eğilmişti Akdağ’ın üzerine doğru.
”Burada duralım Emre. Hepimiz yorulduk. Biraz soluklanalım.”
“Haklısın. Arkamızdan kovalayan varmış gibi, hiç durmadan koşarcasına yürüdük.
“Doğru,” dedi Cemre. “Derenin eli, arkadan uzanıp bizi geri alacakmış gibi, dönüp bakamadım bile geriye...”
“Korkma Prenses. Bizi kimse geri alamaz. Alsa bile, iniş çıkış yolunu öğrendik nasıl olsa. Artık dere bizi korkutamaz.”
(SÜRECEK)