“Kim okuyacak ki Emre?”
“Büyükbabam öyle düşünmemiş, ama buraya her gelişinde ısrarla yazmış.”
“Ve sonuçta, bize ulaştı mektupları,” dedi Cemre. “Büyükbaba’mın o günlerle ilgili anılarından da güzel esintiler getirdi bize.”
“Yazmakla ne kaybederiz ki? Günün birinde, yine yolumuz düşerse buraya, kendi mektubumuzu kendimiz okuruz.”
“Doğru dersin Emre. Hoş bir anı olur bizler için.”
“Tamam öyleyse!” dediler.
“Yalnız,” dedi Emre. “Önce şu kanyonu bir görelim. Büyükbabam mektubunda; ilginç ve heyecan verici bir yer olduğunu yazıyordu.”
Özgün fırlayıp kalktı yerinden.
“Hadi öyleyse,” dedi. “Daha ne duruyoruz? Çantalarımız kalsın, Ben, bir poşet içinde kendi fotoğraf makinemi alıyorum sadece.”
Diğerleri:
“Biz de alıyoruz,” dediler.
Emre birden durdu:
“Biz kanyona girince çantalarımızı birileri aşırmaz değil mi?” diye sordu.
“Aşırmaz Şehzade Hazretleri,” dedi Özgün. “Hem az önce söğüt ağacıyla ne güzel konuşup anlaşıyordun. Ona emanet ediversene!”
“Gerçekten iyi hatırlattın Prens. Söğüt ağacı ne güne duruyor. Ona tembihleriz, sahip olur çantalarımıza.”
ÇAĞLAYANDAN ÖTEYE
Özgün yürümüştü bile. Onlar da onu izlediler. Suyun kıyısındaki taşların üzerinden atladılar. Kanyonun girişi bile merak uyandırıcı, serüvenci duygularını kışkırtıcı bir biçimdeydi. 15-20 metre yüksekliğindeki bu kaya dikine ikiye ayrılmıştı sanki. Bir tünele girer gibi girdiler kanyona. Bir buçuk iki metreydi genişliği. Çağlayandan dökülen suyun sesi yankılanıyordu burada. Yukarıdaki kayalar kanyonun üzerinde sağlı sollu serpenek oluşturduğundan gökyüzü görünmüyordu. Hayranlık ve şaşkınlık uyandıran tam bir doğa harikasıydı bu kanyon.
Cemre:
“Aman Allahım!” dedi “Hem ürkütücü hem de heyecan verici. Öyle değil mi Emre?”
“Öyle. Çok farklı güzellikleri yaşıyoruz burada. Bakalım daha neler göreceğiz?”
“İyi ki gelmişiz. Gelmesek buraları ne görebilir, ne de varlığından haberdar olabilirdik. Siz bunu bana borçlusunuz.”
“Bunu sadece Prens değil, Şehzade de istedi.”
“Prensesi unuttunuz.”
“Unutmadık. Hepimiz de istedik.”
Su, yer yer kumsal tabana yayılmış öyle akıyordu. kıyıdaki boşluklar yetersiz olduğundan, suya girmeden yürümek zordu. Ancak birkaç metre gidebildiler. Sonra suya girdiler. Hafif kıvrımlarla süren kanyonda kırk elli adım gittikten sonra ulaştılar çağlayana.
“Aman Allah’ım, şu güzelliğe bakın! Ne kadar gizemli görünüyor. Gökyüzü bile görünmüyor buradan.”
“Haklısın Prenses. Görünümü, hem güzel hem de büyüleyici.”
“Bir o kadar da ürkütücü Prensim. Doğrusu ya yalnız olsam giremezdim bu kanyona.”
Emre’yse:
“Sular ne güzel dökülüyor yukarıdan. Bir resim alalım buradan.”
Sırayla çektiler çağlayanın önünde resimlerini.
Burada kanyon batıya dönüyor; sular kayalardan oluşmuş devasa bir tünelden ve iki buçuk metre yükseklikten dökülüyordu. Kayaların yan yüzeyleri tavanına doğru gizemli bir el tarafından özel olarak işlenmiş ve cilalanmış gibiydi. Çocuklar hayran hayran izlediler kanyonun görünen bölümlerini.
“Açıkçası merakımı kışkırtıyor bu kanyon. Acaba çağlayandan yukarılarda ne var?”
“Ben de merak ediyorum Şehzade. Sol taraf yukarıya çıkmak için uygun görünüyor ama acaba çıkabilir miyiz?”
“Benim gözüm kesiyor.”
“Çıkılmaz,” dedi Cemre. “Görmüyor musunuz; yükseklik hem boyumuzu aşıyor, hem de kayalar cilalanmış gibi kaygan.”
“Denemekten ne kaybederiz Prenses? Kayanın yarık ve çatlaklarından tutunarak çıkabiliriz.”
“Emre doğru söylüyor Prenses. Başarırsak, başkalarına anlatacak anılarımız çoğalacak.”
“Denemeliyiz Özgün. Bu kadarcık engel bizi vazgeçirmemeli niyetimizden. Birbirimize destek verirsek çıkabiliriz yukarıya,”
“O zaman haydi buyurun çıkın öyleyse, sayın Şehzade ve Prens Hazretleri.”
(SÜRECEK)