Ağaç dallarının şemsiyeleştirdiği kıvrımlı yol ormanın içine doğru gidiyordu. Güneş ışığı bile dallardan yol bulup ulaşamıyordu toprağa. Her tür orman bitkisi, iç içe ve görkemli bir biçimde gelişmişti burada.
“Ağaçların dalları, dallardaki yaprakları, bizi güneşten koruyan bir şemsiye gibi değil mi Zeynepçiğim.”
“Haklısın Cemreciğim! İnsan sevdikleriyle birlikteyken daha iyi farkına varıyor bu güzelliklerin.”
Bir süre sonra durdu Zafer Bey:
“İşte geldik çocuklar,” dedi.
Çocuklar da durdular. Ormanın koynunda patikanın kıyısında, yanı yöresi sarı kır çiçekleri ve farklı türde otlarla bezenmiş küçük bir su kaynağı vardı. Serçe parmak kalınlığında bir su akıyordu ormanın içine. Suyun gözü otlarla ve yapraklarla tıkanmıştı. Zafer Bey, suyun önünü temizleyip, küçük bir göl oluşturdu. Su buz gibiydi. Elleri üşümüştü. Su çabucak duruldu.
“Buyurun çocuklar, içebilirsiniz,” dedi.
Cemre elini suya sokar sokmaz hemen geri çekti.
“Uff!.. Su buz gibi Büyükbabacığım.”
“Suludere’den çıkan tüm sular kaynağında soğuktur.
“Suyu öyle soğuk ki çatlatıyor karpuzu.
İçimi de doyumsuz, hem de aratmaz buzu,” diye boşuna mı betimlemedik bu suları?”
Çocuklar birer yudum su içip oturdular oraya. Gamsız da içti suyunu.
Onun sesli olarak, “şlap şlap’ diye, diliyle su içmesi çocukların çok hoşuna gitti. Kahkahalarla güldüler.
Bitki yoğunluğundan görüş alanları da sınırlıydı burada. Üç beş metre öteleri görünmüyordu.
“Aman Allahım!” dedi Cemre. “Bu ne müthiş görünüm böyle!”
“Büyükbaba,” dedi Özgün. “Nasıl buldun, nasıl keşfettin bu güzel yerleri?”
“Geze geze, dolaşa dolaşa yavrum. Doğa sever olmanın kazanımları bunlar.”
“Doğrusu, burayı ben de görmemiştim,” dedi Zeynep.
Sırayla betimlediler buraların güzelliklerini:
“Her yanında buz gibi kaynak suları!..”
”Yemyeşil bir doğası!..”
“Tertemiz bir havası!..”
“Farklı türde ve biçimde ağaçları!..”
“Diz boyu otları!..”
“Sesimize ses veren, kuşları var bu dağların!”
“Bunca güzelliği bulduktan sonra daha ne isteriz ki,” dedi Emre.
“Keşke bir ay kalsak buralarda Büyükbaba,” dedi. Özgün.
“Değil bir ay, bir haftayı doldurmadan usanırsınız çocuklar.”
“Usanmayız Büyükbaba,” dedi Emre.” Buralar tam serüven yaşanacak yerler.”
“Bu yol dereye iniyor mu Zafer Amca?”
“Hayır, inmiyor Zeynep. Yol elli-altmış metre kadar daha gidiyor, ondan sonra tıkanıyor. Bundan üç yıl önceydi. Yine buradaydım. Serüvenci ruhum kışkırttı beni. Dereye kestirmeden inmek istedim. Daldım yoğun ağaçların, dalların arasına. Ama denediğime de bin pişman oldum. Geri dönsem, dönemedim. Her yan çit gibi örülmüş yeni yetişen meşelerle. Sürdürdüm uğraşımı. Yarım saate yakın cebelleştim dallarla, çalılarla. Deredeki yola inmeyi başardım ama bir de siz bana sorun çektiğim sıkıntıyı. Cenkten çıkmış gibiydim. Çizilmedik yerim, yırtılmadık yanım kalmamıştı doğrusu. ”
“Geçmiş olsun Büyükbaba. İyi ki ormanın içinde kaybolmamışsın.”
“Dere olmasa, orayı hedeflemesen kaybolabilirsin belki Emre. Derenin içinde yol olduğunu bildiğim için, Evkaya’ya yukarı kestirmeden ulaşayım istemiştim. O da bir daha yaşanması olanaksız bir serüven oldu benim için.”
“Aşk olsun Büyükbabacığım. Böyle tehlikeli işlere girilir mi hiç.”
“Tehlike değil kızım, zorluk vardı bu işte.”
“O halde buradan geri döneceğiz?”
“Evet Özgün, geri döneceğiz.”
Ardından bir paket bisküvi çıkardı çantasından, paylaştırdı çocuklara.
“Yemeğimizi derede, suyun başında yiyeceğiz. Bunlarla bastırıverin midelerinizi bakalım.”
Gamsız’ı da unutmadılar. Onun kıtır kıtır bisküvi yemesi çocukları oldukça güldürdü.
Geri dönüp, ormanı çıktılar. Doğu yönündeki, seyrek meşeli yamaca aşağı indiler.
(SÜRECEK)