“Yok” dedi Zafer Bey. “Kamyonu nerede buluyorsun. Kamyon olsa bile yol nerde? Oluğu birbirine eklenmiş iki tane at arabasının üzerine bindirerek; arabaya da iki çif at, yani dört at koşmak suretiyle getirmişler. Yol da çok uzak olduğu için kolay olmamış buraya ulaştırılması.”
“Eski insanlar her konuda büyük sıkıntılar yaşamışlar öyle değil mi Büyükbaba?”
“Öyle prensesim.”
Bir süre oturdular suyun başında. Hava inadına sıcaktı. Ellerini yüzlerini yıkayıp, su içtiler kanasıya.
Çeşmenin batı kesiminde yine bir su toplama havuzu vardı.
“Yıllar ne de çabuk geçiyor çocuklar,” dedi Zafer Bey.
Onlara çocukluk ve yeni yetmelik dönemlerine ait anılarından bir ikisini aktardı orada.
Köyün batısından geçen ‘Ağılkaya’ deresinin uzantısı, Oluklu Pınarcık’ın önünden geçip, Pınarcık bahçelerin arasından Kuycak’a; oradan da Gökyer’i aşarak ırmağa ulaşıyordu. Buradaki sel yatağı dere, aynı zamanda yoldu. Geçmişte, dağdan inen seller, bu yolun iki yanındaki bahçelere büyük hasar ve zarar verir; taşla ve kumla doldururdu bahçeleri.
Bir süre sonra kalktılar.
Zafer Bey:
“İster misiniz çocuklar,” dedi. “Sizi bu yolu izleyerek Kötüpınar’dan Karadutlar’a indireyim. Hava sıcak ama ağaçların dallarının gölgesinde yürüyeceğiz.”
“Gidelim Büyükbaba,” dediler üçü birden.
“Karadutlar denildiğine bakmayın siz. Adı öyle konmuş. Orada sadece bir tane karadut ağacı var. Oldukça yaşlı bir ağaçtır. Köyün çevresinde saptadığım üç anıt ağaçtan birisidir. Hem karadutu da olmuştur. Tattırırım size.”
“O zaman ne duruyoruz Büyükbaba,” dedi Özgün.
“Hadi bakalım öyleyse,” dediler; yönlendiler Pınarcıklara aşağı.
İki yanda farklı türde yüzlerce ağaçtan oluşan ve yeşilin bin bir tonuyla donanmış bahçeler, uzayıp gidiyordu ötelere doğru. Yine çoğu bakımsızdı bu bahçelerin. Çoğu da kaderine terkedilmişti.
Kötüpınar’a indiklerinde, oradaki karadut ağacının kurumaya yüztutmuş olduğunu gördüler. Çocuklar çeşmede, ellerini yüzlerini yıkayıp serinlediler.
“Biz Karadutlar semtindeki karaduta inelim,” dedi Zafer Bey.
Yürüdüler yeniden.
Sonunda, bahçelerin bitim yerindeki karadut ağacına ulaştılar. Yolun sağında, dağılmış duvarın taş yığınları arasındaydı kökü ve gövdesinin bir bölümü. Yaşlı gövdesiyle zamana meydan okurcasına dimdik ayaktaydı yine. Dutları olmuş, dibine dökülenler mor renkte beneklemişlerdi taşların üzerini.
“İşte köydeki üç anıt ağaçtan birisi bu karadut ağacıdır.”
“Kimin bu karadut Büyükbaba?” diye sordu Özgün.
“Köyün ortak malıdır. Yani, herkesin sayılır.”
“Aaa!” dedi Cemre “Ne kadar yaşlı. Kaç yaşında acaba Büyükbaba?”
“Sanırım, üçyüz yaşında vardır.”
“Hala da dut veriyor,” dedi Özgün.
Emre’yse:
“Dutlar ne güzel olmuş,” dedi.
Hemen seğirttiler çocuklar dut yemek için.
“Çocuklar bir dakka,” dedi. Zafer Bey. “Karadudu toplamak hüner ve beceri ister. Sizinse bu konuda hiçbir deneyiminiz yok. Üstünüzü başınızı bir güzel boyayacak, sonra da çok üzüleceksiniz. ‘Yemeseydik de üstümüz boyanmasaydı’, diyeceksiniz.”
“Peki, buraya kadar gelip de tadına bakmadan mı gideceğiz Büyükbaba?” dedi Özgün.
“Tadına bakmakla kalmayacak bir güzel de yiyeceksiniz.”
“Ama nasıl?” dedi Emre.
“Siz şöyle gölgeye oturup bekleyin bakalım. Ben toplayacağım sizlere.”
“Peki, sizin üstünüz başınız karadut boyası olmayacak mı Büyükbaba?” dedi Cemre.
“Ben dikkat ederim çocuklar. Bu konuda oldukça deneyimli ve becerikliyimdir. Sadece ellerim boyanır. Hem boyansam bile, eşofmanlarım koyu renk olduğu için pek belli olmaz.”
Çocuklar beri yandaki çitlembik ağacının gölgesine oturdular. Büyükbaba’larını izlemeye koyuldular.
Zafer Bey cebinden bir poşet çıkararak:
“Keşke,” dedi. “Küçük bir plastik bidon alsaydık. Daha rahat toplar, eve de götürürdük.”
“Karadut toplamak hesapta yoktu,”dedi Özgün.
Dikkatli bir biçimde Karadudun doruğuna çıkan Zafer Bey, hep göğüs ve baş seviyesinden aşağıda olanlara uzandı. Özgün, onun karadudun üzerinde bir resmini çekti. Zafer Bey üzerini kirletmeden, on beş yirmi dakika içinde epeyce karadut topladı. Üzerine hiç sıçratmamıştı ama elleri kıpkırmızı karadut boyası olmuştu. O da önemli değildi. Yavaşça indi aşağıya. Çocukların canı su olmuştu.
Önlerine koyarak:
“Hadi afiyet olsun,” dedi “Ama siz yine de dikkatli yeyin. Karadut hiç bağışlamaz. Hemen boyar adamı.”
“Çok sağ ol Büyükbaba!” dediler.
“Ne kadar nefis bir tadı varmış,” dedi Özgün.
“Buna ballı karadut demek daha uygun olur Büyükbaba,” dedi Cemre.
“Güzel de reçeli olur herhalde’” dedi Emre.
“Olur,” dedi Zafer Bey. “Çorum’a dönmeden bir kez daha uğrayalım. Eğer bırakırlarsa, toplayayım da anneanneniz reçelini yapsın size.”
“İyi olur,” dediler.
Elleri ve ağızları karadut boyası olmuştu çocukların. Karadudu bitirince kalktılar,
Teşekkür ettiler Büyükbabalarına.
Üç beş dakikada ulaştılar Kötüpınar’a. Bir güzelce yıkadılar ellerini. Tam çıkmamış, mor bir boya kalmıştı avuç içlerinde ve parmaklarında.
(SÜRECEK)