TÜRKİYE’NİN KARANLIK GÜNÜ: 12 EYLÜL

Abone Ol

Dün 12 Eylül darbesinin 42’nci yıldönümü idi. Elbette yine konuşuldu. Yeniden değerlendirenler oldu. Darbelerin aleyhinde sözler de söylendi.

Yani söylenecek birçok şey söylendi, ama darbenin ve darbelerin arkası hiçbir zaman ciddi ciddi sorgulanmadı.

O günlerde devletin başında bulunanlar, darbenin yol taşları döşenirken ya küçük siyasi hesaplar içinde ya da bilemediğimiz nedenlerle sessiz kaldılar. Ya da darbenin olmasını özellikle ister oldular.

Bu nedenle 12 Eylül’e, bir de başka bir pencereden bakalım dedim.

***

Tam 7 yıl… Tam 7 yıl Çankaya’daki köşkünde oturdu.

Bu 7 yıl 1973-1980 arası ve de Türkiye’nin en çalkantılı dönemi idi…

Sokakların paylaşıldığı…

Mahallelerin paylaşıldığı…

Hatta bazı illerin, ilçelerin, köylerin paylaşıldığı…

Yani böyle bir Türkiye’de devletin başkanı, cumhurun başkanı tam 7 yıl köşkünde oturdu. Adeta Türkiye’yi köşkünün penceresinden seyretti!

Çıkmadı dışarı, çıkmadı sokağa, gezmedi ülkeyi.

Tam 7 yıl “bu ülkede ne oluyor, bu ülke nereye gidiyor, bu ülke nereye götürülmek isteniyor?” diye sormadı, yapması gereken anayasal görevini yapmadı.

Bu gidişe karşı, TBMM’de bir konuşma yapmadı.

“Darbeye giden ortamı okuyamadı” dersek zekâsına hakaret etmiş oluruz. Çünkü okuyacak kadar bir akademik bilgisi mutlaka vardı.

Ama tam 7 yıl, yalnız atanan elçileri kabul etti, resepsiyonlar verdi.

Bu kişi, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı ve bir gün başına devlet kuşu konmuş 6’ncı Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’tü.

Ve bu kimliğe, 12 Eylül’e giden yolda sizin hiç mi sorumluluğunuz yoktu diye sorulmadı. Oysaki bu kimlik o gün devletin başı idi.

***

60’lı yıllardan öldüğü güne kadar siyasetin belirleyicilerinden bir kimlikti.

Her lafın nereye gideceğini bilen, diplomatik konuşmaları ustaca yapan, zeki bir insan ve halktan bir görüntü idi.

Bilerek ya da bilmeyerek o da hiç sormadı. “Bu ülkede ne oluyor, nereye götürülmek isteniyor, sokaklarda niçin kan dökülüyor, bunun arkasındaki irade kimdir?” diye sormadı.

Üstelik kötü gidişe sanki bilerek destek verir göründü.

“Bana ülkücüler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” sözüyle hem bir kesimi koruyucu hem de kışkırtıcı oldu.

“Çorum’u bırak Fatsa’ya bak” diyerek 12 Eylül’ün son kilometre taşının üstünü örter oldu.

Ve bu kişi, 60’lı yıllardan itibaren Türk siyasetinin belirleyicilerinden Başbakan ve Cumhurbaşkanı olmuş Süleyman Demirel’di.

***

Ve yine Demirel ve de Ecevit…

Sokaklarda kan akarken, darbenin ayak sesleri duyulurken bir cumhurbaşkanını seçemediler. Öyle ki, 11 Eylül günü 115’inci turda da seçilememiş, 12 Eylül günü yapılacak 116’ncı tura da ömürleri yetmemişti. Çünkü saat 04’de düdük çalmış, iş bitmişti.

Şimdi anlıyoruz ki darbeyi o gün ülkeyi yönetenler de istemişti. Ülkenin içinden çıkılamaz sıkıntıları, ordunun sırtına yıkılmak istenmişti.

Peki, asıl hedef ne idi?

12 Eylül 1980’in asıl hedefi, Türkiye’nin Batı’ya entegrasyonunu sağlamaktı.

Çünkü 12 Eylül darbesi, ülkeyi yeniden dizayn eden siyasal, sosyal ve ekonomik bir proje idi.

Ordusu NATO emrinde, ekonomisi küresel kurumların denetiminde, siyaseti ABD’nin elinde bir Türkiye projesi idi.

Ve de bu projenin ordu aracılığı ile hayata geçirilmesi idi.

Bunun için, arkadaki küresel güçler ve yerli işbirlikçileri darbe istemişti.

Bunun için sosyal uyanışın, toplumsal muhalefetin bastırılması istenmişti.

Bunun için işbirlikçilerden TİSK Başkanı Halit Narin, “şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz” demişti.

***

Elbette bu olguları Korutürk’ün, Demirel’in, Ecevit’in ve diğer siyasi kimliklerin okuyamamış olması düşünülemez.

Ama makamların sorumluluğunu yerine getirmediler. Darbeye yeşil ışık yakar oldular.

Sonuçta bu toplum, darbenin başı olan Kenan Evren’i % 92 oyla Cumhurbaşkanı seçti.

Ve bu toplum, darbecilerin hazırlattığı 1982 darbe anayasasını % 92 oyla kabul etti.

Ve bu ülke, tam 42 yıldır bu anayasa ile yönetildi ve de yönetilmekte.

Ve de bu ülkede, darbenin lideri Kenan Evren’e “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” verildi.