Fikri öğretmen:
“Köyde okul ve lojman, 1938’de açılmış. Fakat ne yazık ki özellikle lojman, 23 yılda harap edilmiş” diyor.
Gerçekten de harap bir durumdaydı. Ne kapı, ne de pencere bırakmamışlardı. Hatta taban tahtalarının bile bir bölümünü sökmüşlerdi adı belirsiz kişiler. Açıkçası, kullanılamaz, içinde durulamaz bir durumdaydı. İçinde oturabilmek için iyi bir bakım ve onarımdan geçirilmesi gerekiyordu.
Bir gün daha sonlanmış, güneş batmak üzereydi. Benim gelişimi duyan muhtar; 5. sınıf öğrencisi olduğunu öğrendiğim oğlunu göndermiş, bizi odaya çağırıyordu. Muhtar odası arabadan inip geldiğim yönde, okula yakın konumdaymış.
MUHTAR ODASINDAYIZ
Az sonra Fikri öğretmenle Muhtar odasına varıyoruz.
Tanıştırılırken muhtarın adının “Çelebi” olduğunu öğreniyorum. Muhtar Çelebi uzunca boylu, orta yaşlı, esmer, zayıf yapılı bir adamdı. (Zaman içinde muhtarın, adı gibi çelebi olmadığını anlayacaktım.)
Fikri öğretmen, Muhtar Çelebi’ye beni:
“Vekil öğretmen Muzaffer...” diye tanıtıyor.
Kızsam da aldırmamalıyım, diyorum kendi kendime.
Tanışmaktan dolayı memnuniyetimi belirtiyorum.
Muhtar dudakları arasından eksik etmediği sigarasıyla bana sorular soruyor; beni tanımaya çalışıyor. Sorularını yanıtlıyorum. Beni gözüne kıstıramamış olmalı ki bir ara, alaycı bir tavırla gülümseyerek:
“Pek de tıfılmışsın be Hoca! Çocuklara nasıl söz geçirecek, nasıl okutacaksın onları? Senin kadar öğrenci var okulda,” diyor.
Bu alaysamalı ve aşağılayıcı sözüne bozulsam da belli etmiyorum yine de.
“Ben de söz geçirebileceğim küçükleri okutur, büyükleri de Fikri beye bırakırım. O söz geçirir onlara,” diyorum.
Böyle bir yanıt beklemeyen Muhtar, ne deyip, nasıl davranacağını şaşırıyor sanki. “Sandığımız kadar tıfıl değilmiş; hem de hazır cevapmış,” dercesine Fikri öğretmenle göz göze bakışıyorlar.
Tam bu sırada odaya ufak tefek yapılı orta yaşlı birisi giriyor. “Hoş geldin” diyerek elime geliyor.
Muhtar:
“Şu yemeğimizi getir de millet toplanmadan yiyelim Osman!” diyor.
“Başüstüne ağam,” diyen Osman, önce kıyıdaki masayı çekiyor orta yere, Ardından Muhtarın oğluyla birlikte taşıyor yemekleri. Söz arasında onun, köy bekçisi olduğunu anlıyorum.
Kuru fasulye, bulgur pilavı ve turşuyla birlikte bolca yufka ekmek geliyor sofraya. Acıkmışım ama yine de kaşığın ucuyla varıyorum yemeğe. Çekiniyorum nedense. Yufka ekmeğin de dörtte birini ancak yiyorum. Fikri öğretmenin rahatlığı gözümden kaçmıyor. İkisi de iştahlılar, maşallah!
Yemeğimizi yeyip, sofradan çekilirken, teşekkür ediyor, “sofranıza bereket!” diyorum.
“Afiyet olsun Hoca” diyor Muhtar. “Neden sıska olduğun anlaşılıyor. Hiç boğazın yok açıkçası. Çocuk kadar bile yemek yemedin.”
“İyi yedim. Sağ olun,” diyorum.
Bekçi sofrayı kaldırmadan Fikri öğretmen cebindeki sigara paketini çıkarıyor. Muhtar’a sunarken:
“Bırak “ikinci”yi de bizim “birinci”den yak” diyor.
Anlaşılıyor ki muhtar hep ikinci, Fikri öğretmen de birinci sigarası içiyor. Ardından, bana da uzatıyorsa da teşekkür ederek; “kullanmıyorum” diyorum.
Gerçekten de o güne kadar ağzıma sigara almamış, özenti olarak bile sigara içmemiştim. Onlar birlikte yakarlarken; “yakında başlarsın” diyor, gülüyorlar.
Bekçi baca başındaki gaz lambasını yakıyor. Hava karardığı için, loş bir aydınlıktayız.
Köyde nerede kalabileceğimi, bir oda bulup bulamayacağımı soruyorum Muhtara.
(SÜRECEK)