TIFIL MUALLİM (ÇOCUK ÖĞRETMEN) - 45 -

Abone Ol

Öğretmen arkadaşım Fikri Çelikok, okul müdürlüğünün bana verildiğini öğrenince, okulla ilgili tüm dosyaları öğrencilerine vererek evime göndermişti. Neden gönderdiğini sorduğumda ise sınıflarda dolap olmaması nedeniyle, başkada saklayabilecek yer olmadığından, en iyi saklama ve sahip olma yerinin okul müdürünün oturduğu odası olduğunu söylemişti. Bu dosyalar: “öğrenci kütük defteri, gelen-giden evrak defteri, gelen-giden evrak dosyası, zimmet defteri, diploma ve sınıf geçme defterleri”ydi.

Bunları da getirip, adlarını sıralayarak masanın üzerine koyuyorum.

Yüzüme sert bir ifadeyle bakan Müfettiş M.T. soruyor:

“Bunlar neden okulda değil de evinizde?”

“Okulda bunları koruyup saklayacak bir yer olmadığı için.”

“Neden? Öğretmen odası yok mu?”

“Okulda kullanılabilir durumda sadece bir oda var, onda da yedek subay öğretmen arkadaşım annesiyle birlikte kalıyor.”

Plan defterlerini ve dosyaları incelerken, sorduğu soruları da yanıtlıyorum.

Bir yandan inceliyor, bir yandan da denetim defterine raporunu yazıyor.

Evdeki denetimini tamamlayıp eleştirilerini, tavsiyelerini sıraladıktan sonra, çantasını alıp:

“Beni şimdi muhtarın odaya götür” diye buyuruyor.

“Peki” diyorum. O çantasını, ben de cep fenerimi alıyorum. Çıkıyoruz odadan. Dışarının soğuğu kemiklerime kadar işliyor, tüm bedenim titriyor. Yerler çamur,  Cep fenerimin ışığında gece yatısı için M.T.’yi muhtarın odasına bırakıp dönüyorum. Başım, beynim çatlayacak değin ağrıyor. İki “aspirin” içip kendimi yatağa dar atıyorum ama gözüme uyku girmiyor. Soba geçmiş, oda yine buzdolabına dönüşmeye başlamış. Sabaha kadar karabasanlar içinde kıvranıyor, ateşler içinde yanıyorum. Tüm gecem uykusuz geçiyor. Yorgunluktan, güçsüzlükten sabaha karşı biraz dalıyorum ama hastalığımın şiddetinden, karabasanlarla yeniden uyanıyorum. Başım ağrı nedeniyle gövdemi tartıyor sanki.

MÜFETTİŞİN TEFTİŞİ

16 Şubat 1962 Cuma.

Sabahleyin yemek bile yemeden okul yoluna düşüyorum. Rahatsızlığım sürüyor.

“Müfettiş M. T. de tam gelecek zamanı buldu” diye ileniyorum yine. Birinci ve ikinci sınıfları okutuyorum ve tam 65 öğrencim var.  Bunun 35’i birinci sınıfta, 30 tanesi de ikinci sınıfta.

O gün okulda öğleye kadar, üç dersime giriyor Müfettiş M. T. Ben rahatsız ve durgun olduğum için, öğrencilerim de tedirgin ve ürkek davranıyorlar ona karşı. O tüm derslerden, yani, okuma-yazma, matematik ve hayat bilgisinden denetliyor öğrencilerimi. Soruları öğrencilerin düzeylerinin çok üzerinde... Birinci sınıfların 10 tanesinin okuma yazmaya geçmesine karşın o dudak büküyor, beğenmediğini duyumsatıyor. Oysaki ben 3 Kasım 1961 günü göreve başlamış olup üç ay öğretmenliğim vardı bu sınıfta. O tarihte ikinci sınıflardan sadece 3-4 öğrenci okuryazardı. Üç aylık süre içinde onların da büyük bir bölümünü okuryazar yapabilmiştim.  Ama bir kaçının henüz okuma, yazmayı sökememiş olması başarısız olduğum yönündeki düşüncelerini güçlendirmiş olmalı ki asık yüzlülüğünü bırakmıyor hiç.

Saat 12.00.

Öğrencilerin öğle yemeği ara verme zilini çaldırıyor Fikri öğretmen.

“Çocukları öğle yemeği için salabilirsin” diyor.

Çocuklar sınıfı boşaltıyor, biz ikimiz kalıyoruz sınıfta.

“Öğrenciler derslerden çok zayıf ve geri” diyor.

Dayanamıyorum daha fazla:

“Ben” diyorum. “Geçen kasım ayı başında, yani üç ay önce gelip, devraldım bu sınıfı. Bunun da 2-3 haftasını devamsız öğrencilerin devam-takip işleriyle, plan ve programın yapılmasına sayarsanız geriye 2- 2,5 aylık bir süre kalır. Öğrencilerim ne öğrenip ne kazandılarsa bu süre içinde kazandılar. Benim çalışmamla, öğrencilerin genel durumunu buna göre değerlendirmeniz gerekir.”

“Eğitimde mazerete yer yok efendim!”

Oldukça canım sıkılıyor. Öğretmen kesiminde ilerden beri duyduğum ve tanık olduğum bir müfettiş korkusu vardır. Buna, bizleri ilkokulda okutan öğretmenler de dâhil olmak üzere, çevremdeki tanıdık bildik öğretmenlerde de tanık olmuştum. O da bu tip denetmenlerin kendilerine “yetersiz” rapor vermesinden; dolayısıyla terfii edememe endişesinden kaynaklanıyordu kuşkusuz. Terfi edemeyen öğretmenin aylık maaşı yerinde sayacak, emsallerinden geri kalacaktır.  Daha kestirme bir deyimle öğretmenin aile bireyleri o eksik maaşla, birer lokma daha eksik yiyecek, ya da sosyal gereksinimlerinden özveride bulunmak durumunda kalacaklardı.

Bense bu anlayışsız, art niyetli ve peşin yargılı adamın karşısında eğilip, bükülmeyecek; “evet efendim, sepet efendim” demeyecektim. Yetersiz rapor verse de umurumda değildi.

(SÜRECEK)