Oturuyor aynı otoriter tavırla. Kalın paltosuna sıkı sıkıya sarınmış durumda. Tek bir sözcük çıkmıyor ağzından.
Oysaki o olmasa, sobamı da yakmadan girer yatardım buz gibi yatağıma. Öylesine kırgın ve öylesine perişan bir durumdayım
Birden aklıma yatağım geliyor. On beş günlük tatilde evim yine damlamış. İnşallah yatağım ıslanmamıştır. Yokluyorum yatağımı. Allah’ıma şükür üzeri damlamamış, kupkuruydu.
Dinlenme tatiline ayrılırken sobamı odunla doldurmuş, tutuşturmaya hazır durumda bırakmıştım. Yakıyorum sobayı. Çıtırdayarak tutuşuyor, öndeki ince kuru odunlar ardından diğerleri. Yavaş yavaş hafif bir ılıklık yayılıyor sobanın çevresine.
Bir çay demler, yağda da bir iki yumurta pişirir yediririm M. T.’ye diye düşünüyorum. Yumurtadan bol ne var ki evimde. Sungurludan üç de somun almıştım zaten.
Su kovasını alarak odama 50 adım uzaklıktaki çeşmeden su alıp geliyorum ivedice. Odama girerken köy imamının sesini duyuyorum. Akşam ezanını okuyor. Ramazan ayındayız; iftar saati. Ben demliğe su doldurup sobanın üzerine sürerken, kapı dövülüyor. Gelen can dostum Yusuf Başer’dir. On beş günlük özlemle kucaklaşıyoruz. M.T.’ye de hoş geliş ediyor. İkisini de birbiriyle tanıştırıyorum.
Geldiğimi duymuş, beni yemeğe götürmeye gelmiş.
“Buyurun, akşam çorbasını öğretmenimle birlikte biz de içelim müfettiş bey” diyor.
O resmi bir tavırla:
”Teşekkür ederim, bizim burada işimiz var” diyor.
Yusuf gözüme bakıyor.
“Sağ ol Yusufçuğum,”diyorum.
O:
“Yapacağım bir şey varsa söyle” diyor.
“Canının sağlığı” diyor, teşekkür ediyorum.
Yusuf gidiyor.
Müfettiş sobanın önünde kendini ısıtmaya çalışıyor.
Masayı yaklaştırıyor, üzerine bir gazete sererek Sungurlu’dan getirdiğim somunlardan birisini koyuyorum.
Müfettiş M.T.:
“Daha küçük bir oda bulamadın mı kendine?” diye soruyor.
Su ile çalkaladığım çay bardaklarını, şeker tabağını masaya koyarken:
‘Küçük odalarda ne halay çekilebiliyor, ne de sinsin oynanıyor. O nedenle büyük oda tuttum’ yanıtı dilimin ucuna kadar gelmişken vazgeçiyorum. Bu da soru mu yani?
“Bulamadım” diyorum.
“Isınabiliyor musun bari”.
Bu arada kaynamış suyla çayı demlemekteyim.
“Odunum yeterli olmadığı için ısınamıyorum elbette. Her yağışta da odam damlıyor. Tümden yakacaksız kalmamak için odunumu idareli kullanıyorum.”
“Neden biraz daha odun almadın?”
‘Para, sağlığımdan da önemli. Paraya kıyamadım’ demek geliyor içimden; onu da yutuyorum..
Bu sorusunu da içine yağ koyduğum tavayı sobanın üzerine yerleştirirken yanıtlıyorum:
“Paranızla da olsa satın alacak odun bulamazsınız köyde. Muhtarlık, köyün korusundan koca bir kış için sadece, altı eşek yükü odun verdi bana. Isınacak biçimde yaksam, şimdiye çoktan tüketir, hepten yakacaksız kalırdım. Oysaki ben onunla koca bir kışı çıkarmak zorundayım.”
Yağ erimiştir; üç yumurta kırıyorum.
O yine soruyor:
“Peki, köylünün yakacak durumu?
“Köyün büyük bir bölümü kes ve tezekle ısınıyor zaten. Aşını ekmeğini onlarla pişirip; çamaşır ve banyo sularını da onlarla ısıtıyor.”
Yumurtalar pişmiştir; çoğunu Müfettiş M.T.’nin tabağına, azını kendi tabağıma alıyorum.
Bardaklara da çay doldurarak;
“Haydi, buyurun sofraya müfettiş bey” diyorum. “Kusura bakmayın.”
O sofraya yaklaşırken:
“İşin zor” diyor.
Tam bu sırada kapı dövülüyor, elinde bir tasla Yusuf geliyor yine.
“Çorba getirdim” diyor. “Soğumadan için.”
“Zahmet ettin; ne gereği vardı ki.”
O.
“Zahmeti yok” diyor, dönüyor gitmek için.
“Birlikte yiyelim.”
“Bizimkiler de sofradalar, bekletmeyeyim. Size afiyet olsun” deyip çıkıyor.
“Arkadaşın saygılı ve fedakar.”
“Öyledir” diyorum.
İki de kaşık getiriyorum masaya.
Ben kaşıkla çorbaya uzanırken, o yumurtaya girişiyor.
Sofrayı kaldırdıktan sonra, denetim için, “günlük ders-yoklama defteri”, “günlük plan defteri” ve “ünite planı defterleri”ni istiyor, getiriyorum.
O, onları gözden geçirirken, diğerlerini de indiriyorum kapalı raftan.
(SÜRECEK)