ŞÜKRÜ GÜMÜŞ ANLATILARINDA ÖZGÜN BETİMLEMELER
-3-
“Böylesine bir kış he vallah görmemişimdir,” dedi Çekmenli. “Bütün bir köylü hastalıktan kırılıp geçmişizdir. Malımız, davarımız bi tamam telef olmuştur. Ot çöp yetmek bilmemiştir. Koyun davarı dal yer mi? Yemiştir he vallah. Arpa kırar gibi dal yemiştir kütür kütür.”
“Kar nasıl düşmüştür, kalmışızdır öyle. Ot derdi, odun derdi bizim de öyledir. Kalkıp kımrayamamışız. Gaz bitmiştir, tuz bitmiştir, çay şeker bitmiştir sonunda ama biz de bitmişizdir. Hal kötüdür.”
“Bizde de kötüdür hal vaziyet” dedi Zülfo. “Üç günlük bir idare kalmış, kalmamıştır evde. Bir edimlik un içindir yollara düştüğümüz. Çor çocuk yolumuzu gözlemektedir.”
Akşama yakın sözleri ağızlarında kalakaldılar. Yol derin bir uçurumun dibine varmışken tükenivermişti. Zap, kudurgan bir çamur deryası olmuş, kesmişti yolu. Bir kurşun çalımı ötede ucu görünüyordu ama suyu geçip oraya varmak bir ölümdü.
Apansız bir suskunluğa gömülüp, önlerindeki çamur denizini, uçurumun dibindeki yol olması gereken yeri, karşı dağların iyice gölgelenmiş yamaçlarını seyrettiler.
Suyun bir cigara içimi ötesindeki eve (…) baktılar, Sırat’ın ötesindeki bir cennet gibi… Önü akşamdı. Oraya varabilmiş olmanın düşündeydi üçü de. (…) O evdeki bir sıcak soba başı, peynir ekmek bir öğün, sıcacık iki bardak çay ve bir yatak azıcık yeğniltecek..
Bir yanları uğunup uğunup yana yöne çarpan bir çamurlu çalkantı, bir yanları ucu görünmez bir sarp kayalık, uçurum.
Hoyrat bir suskunluğu bölüşerek, bacasından eğri bir duman ağan o eve varabilmenin düşünde bakıp kaldılar.
Gün dağın ardına devrilmiş, koyu bir gölge tutmuştu koyağı.
Arkadaşları el kol sallayarak bir şey anlatmak istiyorlardı ama duyup anlamanın yolu yoktu. Suyun kütürtüsünde eriyordu bağırışları.
Arkadaşları kıç dönüp karşıdaki eve yönelince bir boşluk büyüdü Zülfo’nun içinde.
Damakları kurudu, boğazı gıcıklandı, ağlamaksı bakıp kaldı, çalkanıp çalkanıp yana yöne seğirten suya.
Güneş bir tamam kaybolmuş, usuldan bir alacakaranlık dolmaya başlamıştı koyağa. Karşı yamaçlar azıcık daha puslanarak bu alacakaranlığa gömülmeye bulaşıyordu.
Hava kararmış, yamaçlar bir alacakaranlıkta erimiş, suyun kütürtüsü daha bir ürkünçleşmişti. Yalnız o konuşuyordu şimdi. Söz Zap’ındı. Zülfo dinleyecekti umarsız sabaha kadar bu kütürtüyü.
Seho’nun sıcak bir öğünü mis olup tüttü burnunda.
Düşünmediği, aklının ucundan geçirmediği bir şeydi böylesi. Kendisinden başkası da Seho için düşler kuruyorlardı. Büyük bir bölüşmezlik kapladı içini. Seho’yu, henüz tanımadığı Feyzo’nun yanında, kucağında, yatağında düşündü.
Her kimse, bu Feyzo’dan önce dünür düşmeli, bir hamlini sınamalıydı. (…) bakarsın bir eşref saatine denk gelir, hayırlı bir söze varır “he” deyiverir.
Düşünmüş, daha bir sürü kurup bozmuştu ama bir söze varamamıştı Seho’ya yamaç.
Bir de Kero’ya danışmayı düşünmüştü. Görmüş geçirmiştir Kero. Söyleyecek bir iki sözü olmalıdır.
Gözleri domurarak: “Sormazlar bana,” demişti.
Uykusuz, kurup bozarak geçirmişti geceyi Zülfo.
Sabaha kadar bakmış bir yıldız kararlayamamıştı kendisi için.
Saklıları kalmamıştı, söylemişti Kero’ya.
“Seho içimi yakmıştır. Kara haberi verende yaşlara bulanmıştır. Ben seni isterim. Babam “he” demeden bir kolayını bul kurban, demiştir. Uyku, dünek kalmamıştır bende.”
Tütün sarıyor, cigara içiyor olmayı özledi.
Nedir bu çilemiz Hüda yanında. Bir baş dikliği etmemişizdir. Ne buyurmuşsa başım gözüm üstüne demişizdir. Velakin çok yüklenmiştir üstümüze. Bir ekmeğin muhtacı etmiştir bizi. Bir imtihan dünyasıdır burası. Hüda bizi denemektedir der, Seyit Nezo. Ama bu deneme bir ömür boyu mu sürer?
Kendi de Seho’yu düşledi. Seho da yatmıştır şimdi. Bebeleri analarının koynuna sokulmuşlar, uyuyorlardır şimdi. Kendi de olsa, eli Seho’nun bir yerlerine varsa sıcaktır ki. Uykuda öylesine hoştur ki.
“Sen obanın bir çobanı olasın, bir ekmeğin muhtacı olasın, sonra da gelip Seho’yu isteyesin!”
Alıp gitmelidir Seho’yu. Dağlara karışmalıdır ama şirp diye bulurlar adamı.
Bir puhu tüylerini dikenlendirdi Zülfo’nun Hemen üstlerinde uçurumun yarısında bir yerde ötüyordu. Boğazlanan insanların çığlığında bölük pürçük doğradı karanlığı.
Gece ilerledikçe hava açıyor, alttan yukarı üfüren yel, arada kendisini bulup soğuk soğuk ısırıyordu bedenini.
Kaçtıkları geceyi anımsadı. Soğuk, yağmurlu korkuyla sevincin karıldığı bir geceydi.
Seho’nun elinden tutup şu dağı aştın mı, tamamdır o iş. Dursuz duraksız gideceksin. Bilinmedik yerlere, bulunmadık diyarlara gideceksin. Arkana bakacağın kimsen yoktur.
İple çekmişlerdi akşamın o alacakaranlığını. Gün akşam olmak bilmemiş, her şey bir yavaşlamada durup kalmıştı sanki.
Gök kararmış, şimşeklenmiş, yeğin bir yağmur akşamaca inip durmuştu.
“Hüda bahtını açık ede. Yolun açık olsun, güle güle git demiş, sırtını pıtpıtlamıştı Zülfo’nun.
Bir yerleri kabına sığmazlanarak bakıp kalmıştı arkasından Kero.
Oba uyanmadan şu dağı aştık aştık, yaka eldedir yoksa.
Feyzo atlanıp pusatlanmıştır üç adamıyla. Seho’nun kardeşleri pusatlanıp yollara düşmüşlerdir. Bir çığırtıya kesmiştir oba.
Ne zaman Şeyho gözleri ışıksız dönmüştür, o zaman bilmişimdir ki yoksunuz.
Atın yelesi yüzünde, dağa doğru sürmüştü Zülfo. Arkasında Seho’nun yumuşaklığını, sıcaklığını, tatlı ağırlığını duyumsuyor olmaktan mutlu, soluğu soluğunda, kamçı gibi bir yağmurun altında topuklamıştı atı. Karanlıktı. Göz gözü görmez bir gece iniyordu. At yelle yarışıyordu. Tırnakları kıvılcım kıvılcım seçiliyordu gecede. Bir şakırtıya kesmişti dağ taş. Her şey durmuş, her şey susmuş, kıvılcımlanan bir şakırtıyı dinliyordu o gece.
Bir gürültü kopmuştu obadan, duymuşlardı. Mavzerlerin patladığını, namlulardan çıkan yalımların sünüp yoklandığını görmüşlerdi.
Ve sarılmıştı Zülfo’ya.
Seho yanında, terkisinde, sıcaklığını, yumuşaklığını duyumsuyor ya, ötesi ölüm de olsa düğün bayramdı Zülfo’ya.
SÜRECEK