Son günlerde cumhurbaşkanlığı aday tartışmalarıyla, kayyum atamalarıyla, yemin töreninde söylenen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sözlerinin siyasete yansıtılmasıyla ve de Suriye politikalarıyla yeni bir yarılmanın, yeni bir kamplaşmanın ve yeni bir bölünmenin tohumları ekilir olmuştur. Oldu.
Geçmişten beri var olan “etnik ve inanç” eksenli kimliklerin gölgesinde toplumsal bir yarılma, daha da kuvvetli olarak tetiklenir olmuştur.
İşte bu nedenlerle böyle bir yarılmanın geçmişine ve nedenlerine, haddim olmasa da yine de bir bakmak ve bir değinmek gerekti.
***
Siyasetin kurallarına göre:
Siyasi partiler seçim öncesi birbirleriyle kıyasıya rekabet ederler. Seçim sonrasında ise iktidara gelen parti ya da koalisyon, tüm toplumu kucaklayacak şekilde politik faaliyetini yürütür.
Ama Türkiye siyasetinde böyle olmamıştır.
Çünkü Atatürk döneminden sonra farklı şiddetlerde de olsa özellikle toplumsal ayrışmalar yaşanmış ve yaşatılmıştır.
Ve de günümüze kadar toplumu birleştirici değil, ayrıştırıcı politikalar izlenmiştir. Şimdi ise daha da sert bir kamplaşmaya dönüşür olmuştur.
Yani bir ölçüde İmparatorluk dönemindeki farklı etnik ve inanç kimlikli doku ve anlayış, Cumhuriyet döneminde de sertleşerek devam etmiştir ve de etmektedir.
***
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte toplumu ayrıştıran önemli olgulardan biri Kürt sorunu olmuştur.
Ki, bu sorun günümüzde de halen devam eden bir sorundur.
Sanırım bu oluşumda alt kimliklerin bastırılışı ve de ötekileştirici bakış ve yaklaşım belirleyici ve etkileyici olmuştur.
Umalım ki, bu konudaki son gelişmeler yüzeysel barışma şeklinde değil de Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi kaderde kıvançta birleşerek, emperyalistlere meydan okurcasına bir bütünleşme şeklinde gerçekleşir olsun.
Ama kayyum atamalarıyla işlerin götürülmesinin Kürt halkı üzerindeki tepkilerin göz ardı edilmesi, sosyolojik açıdan isabetsiz, politik açıdan ise basiretsiz bir girişim olmuştur.
***
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte toplumu ayrıştıran diğer önemli bir olgu, üst-yapı kurumlarında gerçekleştirilen radikal değişimler olmuştur.
Batı’nın Rönesans kültürüyle dokusu örülerek, 400 yılda oluşturduğu modern devlet yapısının ve de modern sosyal ve siyasal yaşam biçiminin, Cumhuriyetin ilanı ile başlatılarak kısa zamanda Türkiye’ye taşınması, 600 yıl imparatorluk kültürüyle, 400 yıl hilafet kültürüyle yaşamış bir toplumda elbette bir sarsıntı yaratmıştır.
Ve modern çağın ve de modern devlet yapısının kaçınılmaz gerekleri olan bu değişim büyük itirazlarla karşılaşmıştır.
Kılık-kıyafet devrimi, yazı devrimi, laiklik, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi süreç içinde gerçekleşebilecek çok ciddi değişikliklerin zorunlu nedenlerle kısa vadede yapılması, Cumhuriyetin kuruluşunda % 80’den fazlası kırsal kesimde gelenekleriyle yaşayan toplumda önemli bir itiraz birikimi yaratmıştır.
Yani toplumun olağan süreçlerle alabileceği mesafeleri, birkaç yıla sığdırmanın özümseme bedellerinin ağır olabileceği kaçınılmaz idi.
İşte bugün de görünen budur.
Elbette bu değişimlerin yapılması tarihsel bir zorunluluktu. Ama ülkede az da olsa arabesk bir demokrasi görüntüsü verilir olmuştur.
***
Nitekim bu konuda:
İstanbul Üniversitesi Deneysel Psikoloji Profesörü Mümtaz Turhan (1908 -1969), “Garplılaşmanın Neresindeyiz” başlıklı kitabında Türkiye ile Japonya’yı karşılaştırmıştır. Ve “Japonya’nın Batı teknolojisini aldığı halde, kendi gelenek ve üst yapı kurumlarını sürdürdüğü, buna karşın Türkiye’nin Batı teknolojisini alırken, aynı zamanda üst yapı kurumlarını da Batılılaştırarak sosyolojik bir hataya saplanmış olduğunu” ileri sürmüştür.
Elbette böyle bir değerlendirme ve de böyle bir bakış tartışılabilir.
Ve de elbette Japonya ile Türkiye karşılaştırmasında birçok farklılıklar vardır.
Ama üst yapıdaki şiddetli değişim yeni kurulan Cumhuriyet’te, toplumsal birlik oluşumunu engelleyici bir yabancılaşmayı da yaratır olmuştur.
Herhalde siyasal kavgada birbirini ötekileştirmenin kaynağı da bu olsa gerekir.
Nitekim ünlü gazeteci ve yazar Uğur Mumcu, bu oluşumu şöyle ifade etmişti:
Ve de “Türk vatandaşı; İsviçre hukukuna göre evlenen, Alman Ceza Usulü’ne göre yargılanan, İtalyan Ceza Kanunu ile cezalandırılan ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir” demişti.
Sonuçta özet olarak diyebiliriz ki, bu ülkenin kendi sosyal dokusuna göre barışık bir ortama, barışık bir demokratik yapıya ihtiyacı vardır.
Eğer gelecek nesillere, ikinci yüzyılında barışık bir Türkiye devretmek istiyorsak…